Tuesday, November 24, 2009

talih ve tehlike aynı sözcükte

buket'ten alıntı yapmak istiyorum. çünkü tam olarak bu anlatılanı yaşıyorum.
***
en sevdiğim kelime "serendipity" üzerine...

yıldırım türker'in radikal'deki köşe yazısından bir alıntı.

"serendipity, aramazken bulunan, mutlu tesadüf. mutlu kaza. fransızca karşılığı da ‘hasard heureux’. talih ve tehlikenin aynı sözcükte buluştuğunu da bu fırsatla buraya not ediverelim. gördüğümüzde tanıyabilecek, bulduğumuzda keşfedebilecek miyiz? işittiğimizde duyabilecek, kokladığımızda algılayabilecek miyiz? ya sonsuza kadar kopkoyu bir inkarla lanetlendiysek? serendipçe, aramasa bile bakınmayı gerektiriyor çünkü. kristof kolomb, hindistan’a varma umuduyla çıkmıştı yola. amerika kıtasını rüyasında görmemişti.

bakmak gerek. görmek için, bakmak gerek. durmadan, her yere, her şeye dikkatle bakmak gerek. şaşkınlığın arkasına saklanmış bir körlükten kurtulmak için. duymak için, dinlemek gerek. herkesi, her şeyi dinlemek gerek. belki serendip diyarı yanıbaşımızda usul usul demleniyor."

*daha fazlası için umberto eco’nun ‘serendipity; dil ve delilik’ kitabı

Monday, November 23, 2009

öpmeye doyamadığım

fizy'de kendime eski türkçe şarkılardan oluşan playlistler yapıyorum. ben 90'lar klasiklerini toparlarken melo'dan süper bir hatırlatma geldi. ufuk bigay... ama daha neler var neler listelerimde :) oya bora, tuğçe san, emel erdal, cemali, umay umay, tüzmen, gökhan kırdar, yeşim salkım, sezen aksu, ajda pekkan, vega, aşkın nur yengi, yonca evcimik, ünlü, grizu, ümit sayın, teoman, şebnem ferah, kargo, mavi sakal, tarkan, levent yüksel, tayfun, sertab erener, asya, sibel alaş,  ...

uzaklara...

yürümek istiyorum, gece sokaklarda. köprüden geçmek istiyorum. kulaklarımda hep aynı şarkı. tekrar ve tekrar. durup bakıyorum suya. daha derin suları düşünüyorum. tek bir su olduğunu biliyorum ve tek bir ay ve tek bir sen. bir tek sen. yalnız sen...

sona ermekte gün yine seninle, akşamlar böyledir hep sessiz. 
eşyalar başka yerde ben bir yerde, gölgen dolaşır gibi sanki peşimde.
ışıkları yakın nedir bu his, yokluğunda sen ne varsa sen bu evde.
ayrılmam sarılırım hayallere, ayrılmam sevişirim özleminle.
hava ağır sıkıntıda sokaklar, sensin kaldırımlardaki bu iz.
alışmaya çalıştıkça öfke gibi, hasret büyüyor göğsümde sinsi sessiz.

bir gün suretler yetersiz kalacak. o güne kadar oyalanacağım anılarla. sonrası bilinmezlik...

üç harfli sözcük

istanbul'da sis var. sis derin, sis anlaşılmaz. seni sarar, benliğine girer. anlamazsın. sadece sis... 

Sunday, November 22, 2009

pelin'in benim için seçtiği şarkı

dudaklarında arzu kollarında yalnız ben
sana bakan bir çift göz ben olayım sevgilim
gününe gecene eş gözünde yaş yine ben olayım
sana aşık yalnız ben ben olayım sevgilim
bütün ömür boyunca kalbinde sevgilin ben
benliğinde yalnız ben ben olayım sevgilim
gününe gecene eş gözünde yaş yine ben
sana aşık yalnız ben ben olayım sevgilim

pazar sabahı

insanın kafasında bu kadar çok düşünce olduğunda, uyumak isteyip de uyuyamaması çok can sıkıcı. gece yatakta dönüp durur, sabah ağır uykusunun sonunda kısacık bir an uykusu açılırsa, uykusu tamamen açılmıştır.

Friday, November 20, 2009

işte yeni müzik sitem

stereomood...
çok keyifli bir yer ve değişik bir sürü müzik bulabilirsiniz.

Wednesday, November 18, 2009

duş perdesi istiyorum

ama bundan olsun...

güzel hisler

ben çizdim!

bugün japon anime karakterlerine benzediğimi söylediler. ben de işte bu linkten ruh halimi yansıtan yukarıdaki karikatürümsüyü çizdim.

Tuesday, November 17, 2009

cici kız

bugün nişantaşı kızı oldum...

çok beğendim

grace + dominic say i do new york city

damla'nın püf püfü...

dün damla bana, toplantı dönüşü, püflemeli baloncuk yapma oyuncağı getirdi. herkes ne seveceğimi biliyor galiba :)

kaf sin kaf

bugün, daha önce kendimi çizdiğim gibi giyindim. mutluluk verici bir şey bu :) sabah caddeye inerken lokantaya gelen maydonozları gördüm. bir minik kasa maydonoz içeri alınmak için lokanta kapısının ağzında bekleşiyorlardı şaşkın, komik ve yeşil...
lokanta sözcüğünü ve esnaf lokantalarını çok seviyorum. annem çalışan bir kadın olduğu için üniversiteye kadar çocukluğum adliye koridorlarında dolanarak, mahkeme salonlarında ders çalışarak ve çarşı'daki (ksk çarşı tabiki :) ve çevredeki (bu bölümde menemen civarı oluyor) bir sürü lokantada yemek yiyerek geçti. ben o günleri çok özlüyorum. iyiki benim annem çalışan bir kadınmış. böylece başının çaresine bakmayı bilen bir birey oldum galiba.
ksk (kaf sin kaf ve kaf kaf çekmek) çarşıya gelirsek; tabiki ben de havasından suyundan gönülden karşıyakalıyım. lisede dersane için alsancak'a giderdim, üniversitede ise bornova'ya. ne zaman viyadük karşıyaka'ya dönerdi, gece saat kaç olursa olsun "ohh" derdim içimden. her santimetrekaresini o kadar iyi bilirim ki nedense başıma burada hiçbir şey gelmezmiş gibi hissederdim. gelmedi de zaten :) eskiden karşıyaka girişinde şu yazardı: "kutsal topraklara hoşgeldiniz!" artık yazmıyor ama her girişimde bu lafı içimden tekrarlıyorum. tüm benim gibi karşıyakalılar'ın yaptığı gibi... ve sanırım bu konuda her zamanki gibi yapcak hiç bi şi
(özellikle böyle yazıldı) yok...

Monday, November 16, 2009

sshhh...

uslu kız olmaya söz verdim kendime...

daha oturup marka mimarisi hazırlayacağım :( bu konu ile ilgili fikirlerimi buradan açıklamayacağım.

ofisten çıktım. durağa geldim. otobüs bekledim. mesaj yazdım ama yollamadım. otobüse bindim. körüklü eski otobüste çift taraflı, sonradan otobüse monte edilmiş, ikili koltuklar vardı. sağdaki boş yeri es geçtim. çünkü yüzünde hasta maskesi olan bir kız oturuyordu. soldaki boş koltuğu da geçtim. zaten koltuklar çok dar ve rahatsız gözüküyordu. ortadaki körükte durdum. sonra körüğün hemen bittiği yerdeki koltuğa oturdum. ayaklarım körükte kaldı, oturduğum yer körüğün bittiği yerde. ben sabitken ayaklarım sağa sola dönüp durdu. körüğün önündeki koltuğun altında pembe bir şey vardı. bozuk para cüzdanına benzettim. ama kılımı kıpırdatmadım. durağıma geldim. otobüsten indim. geç çıktığım için koşar adım eve geldim.

beklentini düşük tut demet...

son olarak; bazen soruyorum kendime, niye karşıma normal birileri çıkmıyor diye. sanırım ben normal olmadığım için ya da onlar normal ama ben hep anormal taraflarını buluyorum...

peyniiirrr ve yoğuuurrrt...

ben peyniri çok seviyorum. özellikle yemek hazırlarken ya da açlıktan bayılmak üzereyken dolabı açıp ağzıma büyük bir parça peynir atıyorum. hemen hemen tüm çeşitlerini seviyorum.
ama yoğurdun da hatrı kalmasın. çocukluğumdan beri ilk göz ağrım kendisi. her şeyi onunla yerim. hatta canım çeker sadece onu yerim...
sütaş reklamı gibi oldu ama elimde değil. ımmm canım çekti bak şimdi...

woody allen'ın da dediği gibi

whatever works...

Sunday, November 15, 2009

00.00

16.11.2009

buldum işte...

çok popüler bir şeymiş bu :)

bu ne yavvv?

aman tanrım... çok komik bir şey buldum ve ilk kez görüyorum. fizy'yi kurcalıyordum, bir an kafayı yedi sonra da net gitti. internet tekrar geldiğinde fizy bakımda olduğunu ilan edip bana aşağıdaki görüntülerini çektiğim enteresan komik şarkıyı hediye etti. hem arap ezgileri hem 70'lerin eski türk filmlerindeki biraz ispanyol hippi şarkıları tadında bir klip. şarkı, arap havasında başlıyor sonra diğer bölüme geçiyor, tüm sözler ingilizce. ama çok sevdim. nereden bulacağım bir dahaaa...
do you love me do you do you
do you need me do you do you
do you want me do you do you

teoman'ın sesini özledim

ama siz bu şarkıyı yine de tanju okan'dan dinleyin.

aşk ne renktir? derseniz

mavidir derim...

Saturday, November 14, 2009

karmaşık su çiçeği problemi

blogger'ı üçüncü kez açtım. her seferinde yazma isteği ağır bastı. ancak her seferinde ne yazacağımı bilemedim. bugün sizlere birinden bahsetmeye karar verdim. aslında onu hiç tanımıyorum. sadece adını ve yüzünü biliyorum. başka detaylarda var ama benim için bir şey ifade etmiyorlar çünkü o kişiyi uzun zaman önce kısa bir süre gördüm. bu yüzden sonrasında edindiğim bilgiler koskocaman bir hiç. merak ediyorum kendisini. kurcalamak istiyorum hayatını ama bunu yapacak ortam ve durum müsait değil. nereden başlamak lazım emin olamıyorum. sürekli kendime dur diyorum. niye hep kendime dur demek zorundayım, bunu da anlamıyorum. aslında bu oyunu başlatan o. önce o başladı detayları bulmaya ve beni çözümlemeye, çaktırmadan sorgulamaya. sıra bana gelince dur demet. en azından ne zamana kadar durmam gerektiğini bilsem nasıl olur? olmaz, o zaman sihri kaçar. amelie gibi beklemem gerekiyor galiba. bana ipucu vermesi lazım ilerlemem için. onun hakkında gerçek olarak bildiğim tek şey; uzun bir süre burada olmayacak olması. ayrıca kendini tanıtıp anlatmak istiyor mu bunu da bilmiyorum. her zamanki gibi karmaşık bir problem ile karşı karşıyayım.

tembel bir gün

uyandım. yataktan çıkmadım. bomboş bir gün olsun dedim. hayaller kurdum. taze hava gelsin dedim. camı açtım. sinema seanslarına baktım. canım çekmedi. domates, biber, izmir tulum, köy ekmeği yedim. arda aradı. su geldi. eksen çaldı. çıplak ayaklarım kalorifer peteğine dayalı bu yazıyı yazıyorum. kuru incir ve kayısı yiyeceğim. belki harbiye tarafına doğru bir yürüyüş yaparım. belki akşama birilerini görürüm. öylesine bir haftasonu olsun işte...

Friday, November 13, 2009

bu aralar fark ettim

kaşarlı tost yerken önce bir köşeden başlayıp tüm kıyıları kemiriyorum. sonra tostun ortasını yiyiyorum.her sabah kalkıp önce radyoyu açıp salonun bir ucundaki camı, evi havalandırmak için açıyorum. sonra diğer uçtaki camın perdesini aralayıp sandalyenin üzerindeki iki yeşillikli saksıyı kalorifer peteğinin üzerindeki mermerin üstüne koyuyorum. tıpkı leon filmindeki çiçek gibi...

bunu her sabah aynı seremoni ile yaptığım için bu durum gözümde bir film karesine /anlatımına benziyor. zaten bir filmin içinde olduğumu düşünürdüm, farkında olmadan gittikçe sevdiğim filmlerdeki karakterleri taklit etmeye başlıyorum.

Monday, November 09, 2009

kötü gün

bazı günler kötü hissedersin.
işte öyle bir gün.
aslında değil.
yani gün iyi de ben değilim.

Thursday, November 05, 2009

bu su hiç durmaz

kar gibi örttüm üstünü, içinde tüm çiçekler, birer birer titrediler. uykusuzluğundan belli, kafanda birikintiler, teker teker döküldüler. yaşamak dopdoluydu akan pınarlar gibi inanmayanlar beklediler. umutlarını borç verdin, cebinde hiç kalmadı, dostların anlamadılar. nar gibi güzelliğin gizliydi, vereceklerin fazlaydı, insanlar inanmadılar. sustun sustun konuşmadın, sonra kaçtın arkana bakmadan, insanlar şaşırdılar. sen hep kendine önlemler aldın, ben kendime yasaklar koydum. önümüzde barajlar var,
bu su hiç durmaz...

perşennnbe

bana şimdiden tatil havası geldi :) öğlen yemeğe ortaköye indik. boğaz havası aldık. kahvelerimizi içtik. mini bir doğumgünü kutlaması yaptık. akşamüstü de yapacağız. dilimi ısırayım iş de pek yok.
sansüresansür için ben de taksim meydanı'nda yerimi aldım :) hemen fransız kültür'ün önündeyim.

barış'a yolladığım günün şarkısını giflemiş
kendisi :) la la laaaa...

günün ilk güzelliği de google sayfasıydı.

Monday, November 02, 2009

değişiklik zamanı

evrim burdaydı. perşembe; özgür, kemal, evrim ve melda hep birlikte emre ve ezgiler'e kahvaltıya gittik. akşamına da onlar bize geldiler, şarap gecesi yaptık. herkes peynir, meyve ve çerez getirdi. 11 kişilik kocaman bir sofra kurduk. uzun zamandır beş kız ilk kez bir aradaydık. cuma akşamı inci ve emrahlar'a gittik. bizi süper bir kebapçıya götürdüler karşıda. ne olcak benim şu pisboğazlığımın sonu bilmiyorum. sonra da bol bol gülüp dedikodu yaptık. cumartesi bienal'i gezdim biraz titreyerek. sevdiğim, değişik bulduğum şeyler oldu ama beklentim daha fazlasıydı. dün ulaş ve gökçe ile emirgan'a gittik. uzun zamandır senaryolar ve fikirler üzerine konuşmamıştık. muhabbetten keyif aldık. bir şeyler yapmak üzere ayrıldık. geceleri araba ile sokaklarda dolaşmak çok zevkli. bu orgun aynısının siyahından benim vardı, inanılır gibi değil :) hatta suudi arabistan'dan gelmişti. hahaha...