kendime bir yer belirledim. ön tarafında yaklaşık 30 tane camekanlı sarı pirinçten tutacaklı çekmeceleri olan kocaman ahşap çalışma masası. sol tarafımda caddeye, kuruçeşme parkına ve dolayısıyla boğaza bakan ve sanırım 5-6 tane masanın bulunduğu alt bölüm. sağ tarafımda ise pastanenin metal mutfağı. önce kitabımı okumaya başlamıştım ama sonra mutfaktan gelen ilginç sesler; kafalarındaki ahçı boneleri ve önlükleriyle kadınların siparişleri yetiştirmeye çalışırken yaptıkları konuşmalar ve son olarak çalan eski amerikan film müzikleri dikkatimi toplamamı engelledi. hiç bir şeyin ulaşılmaz olmaması, her şeye hakim kadınların bu rahat hali, bende almodovar'ın film setlerinden birindeymişim hissini yarattı. hatta bu kadar çok kadın olmasaydı, ferzan özpetek'in "karşı pencere" filminin seti olduğunu bile iddia edebilirdim.

çok sonra yazdım bunları. tekrar baktım, tekrar yazdım. zaten önce gevezeliğimle sonra rahatlığımla, en sonunda da yaptıklarımla onlara garip gelmiş olabilirim. çok konuştum. çünkü derdimi anlatabilmek gibi bir sıkıntım vardı. rahattım. şöyle ki; soyundum, dökündüm ve devasa çalışma masasında kendime bir köşe edindim. gariptim. çünkü ilk defa böyle bir yerdeydim ve tam anlamıyla en sevdiğim şeylerden birini yapabilecektim (zaten topu topu 5 tanedir) gözlemlemek ve yazmak.
sonra "she" çalmaya başladı. kadınlardan biri bana gerçek bir brownie ikram etti. çok ilginç bir açıdan rafların arasından, bir tankerin boğaz'dan geçişini izledim. ruhumu doyurdum.
yaşamak: gözlemlemek+deneyimlemek'ten ibaret.
ama düşündüm de; sanırım sevdiğin şeyi yapmak bile bir süre sonra rutin oluyor, işe dönüşüyor. e o zaman değiştirin sevdiğiniz şeyleri ve işlerinizi. bu fikir insana yaşamında her şeyi deneme cesaretini veriyor.