Thursday, November 30, 2006

boğaz'a nazır bir pastaneden notlar

bugün saat 15.00 itibari ile kitap okumaya ve ruh dinlendirici müzikler dinlemeye fırsatım oldu. hem de vanilya kokularının ılıklığı, sarı ışık ve ahşap bir çalışma masasının eşliğinde. fikir güzel. başta değildi. "bana ne canım müşterinin karısı doğurduysa" dedim önce. neymiş efendim kuruçeşme-cafe di dolce'ye gidip bebek için mavi kukili (zannımca bir çeşit kurabiye-bu arada şu cookie olayına tilt oldum ya neyse... insanın fesuphanallah diyesi geliyor) brownie'li aranjman!!! yaptıracakmışım. sonra işten uzaklaşma fikri beni birden cezbetti. taksiye bindiğimde hala kafamda durumu tartıyordum. taa ki; dolce' ye girip kadına derdimi anlattığımda o bana "ama en az 1 saat burada beklemelisiniz" deyinceye kadar. o anda bir daha durdum ve etrafıma daha bir dikkatli baktım. işte o anda bu pastanede bekleme fikri de beni cezbetti. hemen pelin'i aradım ve beklemem gerektiğini söyledim...
kendime bir yer belirledim. ön tarafında yaklaşık 30 tane camekanlı sarı pirinçten tutacaklı çekmeceleri olan kocaman ahşap çalışma masası. sol tarafımda caddeye, kuruçeşme parkına ve dolayısıyla boğaza bakan ve sanırım 5-6 tane masanın bulunduğu alt bölüm. sağ tarafımda ise pastanenin metal mutfağı. önce kitabımı okumaya başlamıştım ama sonra mutfaktan gelen ilginç sesler; kafalarındaki ahçı boneleri ve önlükleriyle kadınların siparişleri yetiştirmeye çalışırken yaptıkları konuşmalar ve son olarak çalan eski amerikan film müzikleri dikkatimi toplamamı engelledi. hiç bir şeyin ulaşılmaz olmaması, her şeye hakim kadınların bu rahat hali, bende almodovar'ın film setlerinden birindeymişim hissini yarattı. hatta bu kadar çok kadın olmasaydı, ferzan özpetek'in "karşı pencere" filminin seti olduğunu bile iddia edebilirdim. servis yapılan bölümün duvarlarını büyük tablolar, yanında küçük aynalı şamdanları olan daha büyük bir ayna ve daha da ön bölümdeki kütüphane ele geçirmişti. kocaman bir şamdanlı avize tavandan sarkıyordu. benim olduğum orta bölümde; duvarları küçük çerçeveler basmıştı. alt bölüm ile orta bölümü sepetlerin içindeki ekmeklerin de karnavala dahil olduğu bir çeşit raf düzeneği ayırıyordu. mutfak tarafında; pastaların üzerine yerleştirilen şekerlemelerin bulunduğu devasa kavanozlar, kurdelalar, süsler, çocukluğumun yabancı yemek kitaplarından fırlamış, 19. yüzyıla ait mutfak malzemeleri ile yüklü tezgahlar uzanıyordu. fotoğraflanmak içindi sanki her şey. oturduğum çalışma masasının üstünde ahşap ve sarı pirinçten yapılma pervane; bana, ipek pastanesi'ni hatırlattı. ben çocukken uslu bir şekilde aşı olduğumda, pasta ve limonata ile ödüllendirilirdim :)

çok sonra yazdım bunları. tekrar baktım, tekrar yazdım. zaten önce gevezeliğimle sonra rahatlığımla, en sonunda da yaptıklarımla onlara garip gelmiş olabilirim. çok konuştum. çünkü derdimi anlatabilmek gibi bir sıkıntım vardı. rahattım. şöyle ki; soyundum, dökündüm ve devasa çalışma masasında kendime bir köşe edindim. gariptim. çünkü ilk defa böyle bir yerdeydim ve tam anlamıyla en sevdiğim şeylerden birini yapabilecektim (zaten topu topu 5 tanedir) gözlemlemek ve yazmak.

sonra "she" çalmaya başladı. kadınlardan biri bana gerçek bir brownie ikram etti. çok ilginç bir açıdan rafların arasından, bir tankerin boğaz'dan geçişini izledim. ruhumu doyurdum.


yaşamak: gözlemlemek+deneyimlemek'ten ibaret.


ama düşündüm de; sanırım sevdiğin şeyi yapmak bile bir süre sonra rutin oluyor, işe dönüşüyor. e o zaman değiştirin sevdiğiniz şeyleri ve işlerinizi. bu fikir insana yaşamında her şeyi deneme cesaretini veriyor.

No comments: