Friday, December 29, 2006

önceleri de sen yoktun...

küçük evrenim, küçük yıldızlarım vardı.
anılar yeterdi mutluluğuma.
anılar bana yardı.
...

gazanfer sanlıtop '63

bu sefer çalışsın lütfen şu odeo

Thursday, December 28, 2006

kriz

öyleymişim işte. kriz halindeymişim. o şekilde yaşıyormuşum. evdekiler buna karar verdiler. "kriz yönetimi kitapları da işe yaramaz" dediler. galiba haklılar :(

Wednesday, December 27, 2006

söz veremem...

bu post'un bugün için son olması konusunda. dün, gecenin ikisinde bir kez daha beyoğlu'nun ihtişamına tanık oldum. ışıklar, rüzgar ile birlikte kar, martılar, bomboş istiklal... gecenin bir yarısı, caddenin ortasında starbucks'ın açık olup olmamasını tartışmak, o an için bile zevkliydi. didişmek iyi geldi. laf anlatmak yormadı. kararsızlık sıkmadı. zaten tüm bunlar şimdi değil de ne zaman olacak?
buraya gelecek bir şarkı var. niye o? bilmiyorum. ama odeo ile bugün anlaşamadık. zaten öncesinden de aklımda nil var. elimden geleni yapacağım.

gecenin fotosu

çok hayranıyım çok

izleyin filmlerini yahu...
böyle yönetmen tüm dünyanın başına...

bu sabah...

kendime güzel göründüm aynada. megolaman mıyım neyim? bu bir.
aşağıda adını hatırlayamadığım diğer yer mano ve diğer apartman ise hidivyal palas. (palasın fotosunu bulamadım) bu iki.
sonuncusu ise ... bu da üç.

yenilenme ve gevşeme

yeni olan ne bilmiyorum ama artık ilişkiler konusunda ne istediğimi biliyorum. yani... sanırım... genel anlamda canım... siz de abartmayın hemen :) bu bir.
ben yine çok eğlendim ama keşke eve dönmeyeceğimi bilseydim, daha çok içerdim.
her zaman ki gibi; çok dans-az uyku ikilisi. sabah 9'da ajanstaydım. insanlar yeni yeni geliyorlar. bu iki.
tırnak açalım: istanbul yukarıdan güzeldi ama ben mısır apartmanı'nı daha çok beğendim. bir de neydi ya diğer apartman? adını unuttum neyse onu da hatırlayınca yazacağım. işte ben böyle apartmanlarda yaşamak istiyorum. çoook yüksek tavanlar, pencereler, devasa kapılar, dökme demirden kalorifer petekleri, küçük küçük renkli eski model karo taşlar, gömme olmayan küvet, mermer merdivenler, işlemeli trabzanlar, metal bir mutfak, en az iki metre eninde koridorlar, eski model bir asansör... vs vs... anlayacağınız. tırnağı kapat.
istanbul'a kar yağıyor dünden beri. bu üç.
yeni bir tırnak: sabah, kaldığım evin camından, perdelerin arkasından, ev sahibinin hazırlanmasını beklerken sokağı izledim. babil apartmanı'nın kaldırımdan aşağıdaki dükkanının sahibi geldi. anlamadım ne dükkanı orası önce. sonra dükkan sahibi, benim penceremin altındaki tavukçu ile selamlaştı. selam veriyor insanlar birbirine. komşuluk az da olsa var galiba. sonra sokaktan geçen insanların ayak sesleri, kadınların topuk sesleri. hızlı adımlarla güne başlıyorlar. üçüncü kattan bir kadın camı açıyor, ne olduğunu anlayamadım bir şeyin tozunu sokağa boşaltıyor, benzemiyor ama bir küllük olabilir. sonra dükkan sahibi ışıkları açıyor. burası bir mahalle berberi. amca da çivit mavi bir gömlek giyip ona uygun bir kravat takmış. kaldırımı suluyor bir pet şişe ile. kalan suyu; az önce dükkanın içinde doyurduğu sarı-beyaz, tombiş kedi için; dükkanın önündeki yoğurt kabına döküyor. düşünüyorum ev sahibi bunların farkında mıdır acaba diye? ya da onlar ev sahibinin farkında mıdır? ne iş yapar? nerede gezer?.. vs vs... yani. tırnağı kapat.
az kalsın unutuyordum... dün akşam 360'ta kim vardı? 360 aşağıdaki fotolar oluyor efendim.
bennu gerede. ipucu için ekşi sözlük. orjinali için kendi sitesi. inanamıyorum yaaa... kesinlikle inanamıyorum. çok cool'du kesinlikle. onun için doğru kelime bu.

Tuesday, December 26, 2006

muhtaç etmesin yukarıdaki ama...

new york city itfaiyecileri beni şaşırttı. yani eğer evrim olur da gidersen, ben de sırf gerçekten bu itfaiyeciler var mıymış diye peşinden new york'a geleceğim. yahu bunları nasıl seçiyorlar anlamadım ben. insan itfaiyeci olacağına gider film yıldızı falan olur. neyse... siz buyrun tanışın kendileri ile...
giriş 1
giriş 2
giriş 3
son olarak kendilerine şöyle bir yerde rastladım.
allaaa allaaa yaaa... var mıymış böyle itfaiyeciler sahiden?
not: alttaki yorum ve açıklamaları da okuyun lütfen :)

tii-şört

farkettim ki tii-şört alırken elim hep üzerinde yazı olanlara kayıyor. dün akşam üşenmedim o kadar işimin arasında evde üzerinde bulabildiğim yazılı tii-şörtlerimi aradım taradım veee işte sonuçlar:

-pink crime
-good girl
-1970
-danger/children at work
-more than luxury
-he don't know me very well, do he?
-g'weld
-eisiav
-butterfly clan
-london calling kings cross punk
-this love is not for sale
-i love london
-you will never kiss me
-i love rainy days
-hello sunshine
-alive? happy?/ passion&happy&passion? laugh !sign? smooth >>silky ++ warm x cool?love&smart??
-i want you to make me so happy and makes me feel so happy and help the enjoy the life free soul
-unique like everybody else
-mojito 9
-hong kong gardens hong kong nights i love hk.

keşke bu huyumu önceden farketseymişim de bugüne kadar giydiğim tüm tii-şörtlerin yazılarını not alsaymışım :(

Monday, December 25, 2006

aaaaa... unuttum!!!

ta ta ta taaam... karşınızda 200. post: nil k'den kış şarkısı!!! (4 post önce) bu arada şarkının kendisini de buraya koyacaktım ama ilk kasetinde yer aldığı ve minicik bir şarkı olduğu için pek çoklarının gözünden kaçmış anlaşılan :( o yüzden ne ajansın paylaşım dosyalarında ne de youtube'da bulabildim. neyse eve gidince eklerim artık :)

yaa yine yazamadım :)

halbuki sabah yine zihnimin ufukları çok açıktı, çok da rüya gördüm. çalıştı tabi bütün gece kendisi. ama şimdi aklımda tek bir fikir bile yok. keşke uyanıp not alsaydım. sabah yapmam gereken işlere dalınca uçtu gitti düşüncelerim. neyse nasıl olsa bana aitler. geri dönüp gelirler. ama çok minicik bir şey kalmış beynimin bir kıvrımında. o da şu; çok iyi tanıdığınızı düşündüğünüz kişiler için bir kez daha düşünün. eminim onun hakkında bilmediğiniz çok önemli bir şeyler vardır.
bu arada linke tıklayın efendim! deneysel bir projeye birazcık da olsa katkımız oldu :)
pazarlama blogları karnavalı XXlll

Sunday, December 24, 2006

nerdeyim?

çok iyi bir yerde değil. eve geldim ve oz büyücüsü okuyorum. niye? çünkü yapacak daha iyi bir işim yok ve düşünmek istemiyorum. anlamlandırmak istemiyorum. sorgulamak istemiyorum. sakin olup panik yaratmamak istiyorum. oluruna bırakmak istiyorum. ama zihnim rahat durmuyor. derler ki, tutku düşünceyi bir çember içinde döndürürmüş.

Thursday, December 21, 2006

"krem karamel asla jöle olamaz"

love is an accident waiting to happen
desire is a stranger you think you know
intimacy is a lie
we tell ourselves

truth is a game
you play to win

if you believe in love at first sight
you never stop looking...
it won't do
to dream of caramel,
to think of cinnamon
and long for you.
it won't do
to stir a deep desire,
to fan a hidden fire
that can never burn true.
i know your name,
i know your skin,
i know the way
these things begin;


but i don't know
how i would live with myself,
what i'd forgive of myself
if you don't go.

so goodbye,
sweet appetite,
no single bite
could satisfy...

i know your name,
i know your skin,
i know the way
these things begin;

but i don't know
how i would live with myself,
what i would give of myself
if you don't go.

it won't do
to dream of caramel,
to think of cinnamon
and long for you.

kış şarkısı

bugün hava sıfırın altında on
seni düşündüm inan bu son
mesela sen hiç kardan adam yaptın mı?
basılmamış kara bastın mı?
ve üzülmek için çaldın mı bir kış şarkısı?
bugün moralim sıfırın altında on
seni özledim ama bence bu son
mesela sen hiç buza basıp kaydın mı?
eldiven ve atkı aldın mı?
ve üzülmek için çaldın mı bir kış şarkısı?
ve üzülmek için çaldın mı bir kış şarkısı?


hani kış geldi ya, o bakımdan...

ilahi, evrim...

yahu gayet güzel ekliyorsun işte yazıları. neyi yapamadığını anlamıyorum. her şey yolunda gibi gözüküyor. bu arada bilirim dilbilgisi takıntını. kafana göre yaz işte. burası en rahat saçmaladığın yer olsun. burada olmayacak da nerede olacak di mi ama? izmir ya da istanbul... hangisinde denk gelirsek artık... bi bakarız beraber temel şeylere... "yalnızlık ömür boyu" çalıyor şu an. böyle bir şey işte. kimileri yakın ama uzak, kimileri uzak ama yakın. ben bir hoşum zaten bu akşam. açtım müziği, ne denk gelirse modunda, fotoğraflara bakıyorum. bu arada ben de düşünmüştüm senin ömer ile ilgili şeyleri bildiğini ama bilmeyenlere diye yazdım "gevende"yi. görüşürük izmir ya da istanbul'da...

duyan duymayan

yok canım zaten hepimiz biliyoruz. ömer'i ve gevende'yi. işte bu gün ne mutlu bir tesadüftür ki bigucum da yer aldı kendileri. sonra oradan öğrendiğime göre bir de blogları varmış. malum gezilerinin anı ve fotoğraflarının bulunduğu. çoook güzel fotolar var. buraya koyacaktım ama ayıp olmasın dedim. siz bir bakın bloglarına. şunu masaüstüm yaptım bile. fotoları görünce aklıma lisedeki hayallerim geldi. şu hindistan, nepal... özgür ile paylaştığım sınıfın en arka sırasına evrim de gelirdi. ve hayallere dalardık. komik yaaa... 7 yıldan fazla oldu. neyse ben yine gideceğim zaten.

ııımmm...

sanırım herkesin farkında olmadan yaptığı şeyler var. bilmeden bir işe yaramışlığı. belki de sadece o işe yaramak için dünyaya gönderilmişliği. varoluşunun tek bir amacı. başka birinin yaşamında bir şeyleri değiştirmek için görevlendirildiği.

melek gibi...

ama o ben değilim.

Wednesday, December 20, 2006

"lodos'un gözü yaşlı" derler

sonunda... ama istediğim gibi yağmıyor (gerçi buna da şükür ama) ya da yağıyor da bana denk gelmiyor. şöyle sicim gibi, sağanak şeklinde, dümdüz olmuyor izmir'deki gibi. galiba istanbul'un eserekli bir şehir olması ile ilgili. rüzgar olunca yağmur yağmıyormuş gibi görünüyor, damlalar havada uçuşuyor, dansediyor ama yağıyormuş hissi yaratmıyor bende. buldum da bunuyorum değil mi? birazcık.

benim başka dertlerim var

insan yazdıkça kendini tanıyor. anlamlandırıyor, konumluyor. keskin çizgiler değil ama işe yarıyor. iyi hissettiriyor. aşağıdaki son iki post'a baktım da benim yaşamdan beklediğim başka şeyler var galiba. hep böyle! ben mevsimlerin gelmesini bekliyorum, yaşananları daha hissederek yaşamayı istiyorum, renkleri istiyorum, sarı yapraklı bir deftere yazı yazmak istiyorum, sonra o sayfaya kahve damlasın istiyorum... böyle şeyler işte. bu arada yarın 21 aralık-en uzun gece :) sooonra, günler uzamaya başlayacak. bunu da bekliyorum mesela.

soru?

biz niye "old blogger" olduk şimdi? downtown-ist'ten önce google account istiyordu. downtown-ist'ten sonra da google account istiyor. e şimdi arada kaldım ben. hatırlıyor musunuz bir şarkı vardı susam sokağı'nda: arada kaldım tam aradaaa, anlarsınız yaaa arada kaldııım... diye gidiyor idi :) komik şey... kih kih... bir de dün beşiktaş'a yürüdüm işten sonra. iyi geldi. kulaklıklarım yok ya, şarkıları kendim mırıl mırıl mırıllandım :) bak bu da yeşillendim gibi oldu.

bugüne bir şarkı daha, güne anlam katsın diye:
* the notwist-pick up the phone

artık...

sanırım yani galiba bu sefer kış geldi ya da gelmek üzere. çok şükür bugün hava tamamen kapalı ve açacak gibi de görünmüyor. çok çok yağsın istiyorum yağmur. hem sabah kalkınca havayı böyle görünce dökük, salaş, gereksiz, azcık uçuk hissettim kendimi. ve bu beni mutlu etti. keşke şöyle ajanstan 3-4 gibi çıksam, tünel'de sevdiğim bir cafeye gidip, bir şeyler okuyup, sıcak bir şeyler içsem yağmurun eşliğinde. sokağı seyir eylesem... çok canım çekti yaaa.

bugünün şarkıları:
* clapton-tears in heaven
* doors-the end
* c.isaak-baby did a bad bad thing

Monday, December 18, 2006

potansiyel sorun

bugün

biraz vasat bir gün. vasat kelimesini seviyorum. çok yerinde. nasıl denir? hani böyle cuk oturanlardan. söylenişi de güzel. ağız dolusu çıkıyor. anlamı için ise duruma ve ruh halime göre değişebilir. vasat çünkü;
1.bugün pazartesi
2.yavaş yavaş geçiyor ama hala öksürüyorum.
tabi haftasonu halimi görseydiniz, bağıra çağıra şarkı da söyledim, terli terli soğuk içki de içtim, sonrası malum. annemin dediği gibi "köm köm" öksürüyorum.
acaba diyorum sevdiklerimden bu kadar uzakta olmak niye? hala bunu düşünüyorum. dönem dönem gelip gidiyor bu his. annemi özlüyorum.

şimdi

bu blogu annem okusa, ne düşünürdü acaba? beni o kadar iyi tanımasına rağmen, düşündüğünden daha farklı bir demet ile karşılaşır mıydı dersiniz? babam okusa, belki o kadar şaşırmazdı. çünkü zaten onun için diğer çocuklar ya da genç kızlar gibi değildim. evet derdi, demek demet yani kızım böyle biriymiş. hoşuna gideceğini sanmıyorum karşılaşacağı şeyin. ya da belki de giderdi, o zaman da benim onu ne kadar az tanıdığım ortaya çıkar. içimdeki ses, annemin şaşırmayacağını ama beni, olduğundan daha az tanıdığını düşüneceğini söylüyor. bu kadar yakınken yine de kaçırdığım şeyler varmış diye düşünür gibi geliyor bana. acaba ben kendimi tanımasaydım ve ilk defa bu blogu okusaydım neler düşünürdüm çok merak ettim? bu arada bu post'un numarası 187. özel.

p günü

sert sessizleri severim. geçen günlerin birinde p'ye takıldım. p ile başlayan, içinde p olan kelimeler gibi gibi... pırasa, parti, pekin, peçete, parlak, paris, pıtrak, posa, phuket, peynir, parmesan, paşa, paste, peltek, pomat, pütür, pespaye, panayır, pan, pancar, pak, poşet, pelit, pestil, petit beurre, pastırma, poyraz, patlangaç, peştemal, paket, peşkir, pasta... daha da var şimdi aklıma gelmeyen. sadece p harfini çıkarın dudaklarınızın arasından yukarıdaki listeyi okurken. daha bir vurgulayın. mutluluk verici...

ya da bilmiyorum

bunu da dinleseniz olur

noktacıkları dinleyin

...

küçük bir mola

ya da ne bileyim?
yaşamıma kaldığım yerden devam etmeliyim galiba.
bu kadar mola çok bile bana :(
galiba içgüdülerime güvenmeye devam etmeliyim, yetersiz kaldığında bay mantık devreye girecektir nasıl olsa.

Sunday, December 17, 2006

sakin

sakin bir haftasonu geçireceğimi sanıyordum ama cumartesi için geçerli değilmiş. kendimi dün öğleden sonra eminönü'nün kalabalığında buldum. seviyorum galiba o karmaşayı :) eve yorgun argın dönmüştüm ki, tekrar hazırlanıp çıktım. önce bir doğum günü, sonrasında ise bir bekarlığa veda partisinde buldum kendimi. doğum günü partisi eski şarkıların ve film müziklerinin çaldığı bir bardaydı. çok yoğun bir duyguydu. her şarkı bittiğinde acaba şimdi ne çalacak diye heyecanlandım. pikabın başında sanırım "kırklı yaşlarında" bir kadın vardı. ama ben hızımı alamamıştım ki, saat 01.00 civarında diğer partiye gitmek üzere mekandan ayrıldık. hoplaya zıplaya kendimi diğer mekanda buldum. gerçi çok kalabalıktı, biraz sıkıştım ama yeni birileri ile tanışmak her zamanki gibi güzeldi. eeen sonunda da ıslak ...burgerlerimizi yiyip evin yolunu tuttuk kucağımda melda ile. neden bilmem taksicinin 6 kişi alacağı varmış taksisine :)
bu haftasonu çok fazla anı ve yaşanmışlık vardı zihnimde. hepsi de çok güzel ve buruk. ama yine de "hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" :)

Saturday, December 16, 2006

mojo

bu gece bella ve o mojo'ya gittiler eceler ile. ben gitmedim. bir garip ki sormayın...

Friday, December 15, 2006

vak vak

too drunk to fuck
drunk as a duck...

bazen...

kendimi kandırıyormuşum gibi geliyor.

kötü fena :)

çok çabuk umutsuzluğa kapılıyorum, çok da çabuk umutlanıyorum. bu durum beni yoruyor sanırım. artık gerçek kışın gelmesini istiyorum. en kötüsünü, istemeden düşünüyorum galiba.

bahçe duvarları...

-nı seviyorum. şöyle alçak ve geniş duvarları. sanki gel üzerime otur diyorlar. üzerine oturup ayaklarını sallandırmak, daha genişse üzerinde yan dönüp bağdaş kurmak ayrı bir zevk. arkadaşlarınla sohbet etmek, düşüncelere dalmak için ideal yerler. bayılırım sokakta tanımadığım bir duvara oturup çevreyi izlemeye ve lak lak etmeye. bakmayın lak lak dediğime, çok önemli şeyler de konuşulabilir o duvarlarda. bir de sırtınızı güneşe dönüp sessizce karıncaları izlerken ısınabilirsiniz.
sabah işe gelirken, atv'nin sokağından iniyorum ya; işte hemen köşede müstakil bir ev var. o evin alçak duvarları ile bahçede etrafa saçılmış sarı yaprakları, son olarak da kış güneşinin sabah saatlerini alması o kadar davetkar ki anlatamam.
bir de körfez'in kıyı şeridini saran duvarlar var. üzerinde hepimizin defalarca yürüdüğü. tabi oturup dondurma yediğimiz efes pastanesi'nin arka sokak duvarını da hatırlıyorum. ya da birini beklerken çamlıktaki orman fidanlığı'nın ksk tarafındaki arka duvarlarını. gazi lisesi'nin duvarlarını... neyse saydırtmayın şimdi bana izmir'in bahçe duvarlarını... galiba duvar görünce popomu koymak gibi bir alışkanlığım var :)
son duvar ise, yine anneanne bahçesinde. o duvarlar yüksek (yani boyumu geçiyor) ve oldukça dar. ama yine de zevkli. küçük bir çocukken, bahçede elimde tahta uyduruk bir merdiven dolaşırdım. sayesinde duvarın tepesine çıkar, bir ata binmiş gibi oradan etrafı izlerdim. okulu, dsi kanallarını, devasa çınarları, çoook uzaktaki çingene mahallesini, alçak çatıları, mahallenin geri kalanını, demircinin deposunu ve komşu bahçeyi... ama bunu ya sabah erken saatlerde ya da akşamüstü yapabilirsiniz. çünkü gündüz her yer sıcaktır ve sizi deli gibi sarıp sarmalar. bana sorarsanız akşam saatleri derim, sanki yaşam yeni başlar o saatlerde. bir hareketlenme olur. tüm gün güneş yaktığı için evlere kaçan insanlar havanın kararıp serinlemesi ile
gizlendikleri yerlerden böcekler gibi dışarı çıkarlar.

şimdi düşününce çok özel bir duygu hissediyorum ve belki de bu yüzden dönüp dönüp konuyu oraya getiriyorum. insanlar bugün bu anlattığım yerleri görseler eminim etkilenmezler ama bir insanın çocukluk dünyasını anlatması böyle oluyor galiba. şimdi anneanneme gittiğimde bahçe gözüme oldukça küçük ve çevresi değişmiş geliyor ama yine de gözümde hep eski hali canlanıyor. evet bahçe değişti ama asıl değişen benim. gözüm büyük yapılara alıştı. bahçedeki eski rum odası bana içinde kaybolacağım kadar büyük ve gizemli gelirdi ama şimdi bakıyorum da... rum odasından size ne ki?

Thursday, December 14, 2006

öf aman yaaa...

üstüme üstüme gelen insanlardan çok sıkılıyorum... uğraşmayın işte!!!
biraz bireyselliğe saygı lütfen. insanlar yalnız da kalmak ister. hele bir de yalnızlığa alışkınsa kendi iç dünyasında. gereksiz gerilimleri, ısrarları ve uzatmaları sevmez. ve sizden uzaklaşır.
bir de başka bir tip keşfediyorum bu aralar. olmadığı gibi görünen. yalnızken seninle canım cicim olup bir ortama girildiğinde yüzüne bile bakmayanlardan. bilmediği konularda ahkam kesenlerden.
insanoğlu çeşit çeşit ne yapalım işte. onlara bu şarkıyı dinlemelerini öneriyorum: i have seen it all-björk/thom yorke

şu anda...

bahçe, güneşli yine bugün, boğaz da net. bizim köpek kont'a gelince rintintin'e benziyor kendisi. sadece rengi kara ve daha sivri bir burnu var. kuyruğu, vücut yapısı aynı rintintin. ha ben niye mi bahçedeydim? nefes almak için tabiki.

acaba...

mucizelere inanmadığımız için mi mucizeler gerçekleşmiyor?

Wednesday, December 13, 2006

yazı yazmak istiyorum yahu...

yazacağım ama bir bırakmıyorlarki, draft edip duruyorum postlar'ımı. sonra tadı kaçıyor. kaldığım yerden istediğim gibi devam edemiyorum. "çay kokusu", yaşamımın evvelsi gününün bir kısmını ve dün akşamüstüne kadar olan bölümü anlatıyor. çünkü akşamüstü yine sanal dünyanın teknik kısmı ile ilgilenmek zorunda kaldım.

çay kokusu...
bir çay kokusu aldım, yazı yazmak istedim. sonra kendime bir çay aldım, şimdi yazı yazıyorum. sevgi abla dedi ki: kokusunu alabildiğime göre çaydan anlıyormuşum. bence çaydan değil de bir parça "güzel"den anlarım diyelim. duyularıma güzel hitap eden şeylerden. belki süper bir estetik duyum yok ama beni fazlasıyla tatmin edecek kadarı var sanırım. yoksa böyle biri olamazdım. yani ben olamazdım demeye getiriyorum :) bir de şu çay bu kadar kaynar içilmese :)

her neyse dün akşam ofisten çıkmak istemedi canım. üşendim belki. kendimi zar zor durağa atmıştım ki otobüs geldi. ama ben artık biraz mutsuzum otobüsler konusunda, sanırım telefonumun kulaklığını kaybettim. sanırım diyorum çünkü hala bir yerlerden çıkabileceğini umut ediyorum fakat mantığım bana kaybettin diyor. cumartesiden beri yok. cuma çantamdaydı. acaba sokak kahvesi'nde mi düşürdüm? sanmam. otobüse bindim iki durak sonra indim. otobüs alt geçidi geçti ve durağa gelmeden bozuldu. diğer yolcularla indim, bir sonraki otobüsü bekledim sakince. eve vardığımda farkettim ki herkes gayet durgun. benim durgunluğum ise birden geçti ve kendimi yemek yapmaya verdim. evde pek bir şey kalmadığı için o anda uydurduğum kabaklı kuru biber yemeğini yaptım. hatta evdekilere de şöyle dedim: annem görse benimle 'ayrıca' bir gurur duyardı. böyleydi işte dün gece...
bugün yine kendimi istanbul sokaklarına attım. daha doğrusu çikolata almaya gönderildim :) aslında aradığımı atv'nin yanındaki benzin istasyonunda bulurum sanmıştım ama bulamayınca kendimi cebimde 1 tek 100 ytl ve cep telefonum ile bir taksiye el ederken buldum. adama durumu söylediğimde (beşiktaş'a ineceğimi ve 100 ytl'm olduğunu) hiç sorun etmedi. yol boyunca da beni güldürdü durdu. ama ben de şaşkın ve formumdaydım yani. sanırım beni zengin bir evin hizmetçi kızı zannediyor artık. hele bir de yoldayken pelin arayıp yeni siparişler verince :) sonuç olarak; ben ona tansaş'ın yanındaki büfeden sigara aldım ve taksi parası sorunumuzu hallettik. ama sonrası daha iyi oldu. tansaş'ta aradıklarımı bulamadım. aklıma dispanserin karşısındaki migros geldi. oraya gidene kadar 3-5 markete uğrayıp aradıklarımı temin edebildim sonunda. sizin anlayacağınız iş saatinde sokaklarda yarı özgürlük.

şunu da eklemeliyim, ben yalancının tekiyim. şöyle ki; beni tanımayan ve hayatımdan geçip gidecek insanlar, beni başka bir şey sanıyorsa ve bu durum sorun yaratmayacaksa, tam olarak onların tahmin ettiği her neyse, işte onun gibi davranıyorum. tabi onlar bana, sen şuna benziyorsun demiyorlar, ben uyduruyorum tavırlarından. mesela taksiciler ya da otobüslerdeki meraklı amcalar,teyzeler; garsonlar vs.vs. aslında canalıcı nokta onların meraklı olmaları ve benim hakkımda bir şeyler öğrenmeye çalışmaları. sanırım bu durumda, yaşamımda kalıcı olmayacakları için yalan söyleme hakkım da doğuyor :) kandırıyorum onları...

kayıp...
her şeyimi kaybediyorum. kulaklıklardan sonra maviş tokalarım ve cımbızım ortada yok. gülmeyin aradığımda elimin altında bulamayınca anlıyorum durumu. ne diyordum ben? dün ani bir telefonla gogol'ün "müfettiş" adlı oyununa gittik. ali, gökçe, ulaş ve ben. iyi vakit geçirdim. olağanüstü değildi ama yine de oyuncular üç saat boyunca gösterdikleri performans ile soluksuz izlettiler bize oyunu. çıkınca bizimkilerden ayrıldım. metroya indim. ama gişelerden geçmeden geri döndüm. son otobüse nasıl olsa yetişemeyeceğimi farkettim çünkü. ve istiklal. uzun zamandır ilk kez bu kadar boş bir anına denk geldim. gittim ve geldim.

dün gece 01.00'da banyo yapınca bugün saçlarımla ciddi bir sinir harbine girdim. dokunmayın bana. ya da ne bileyim dokunsanız da olur :)

Tuesday, December 12, 2006

bu da olabilir

eğer bir gün kendi evim olursa; eğer bu ev oldukça yüksek tavanlı modern ve geniş, ferah alanlara sahip olabilir ise (tüm bunlar ölme eşeğim ölme); işte o eve çocukluğumdaki gibi salıncak kuracağım. tavandan sarkan sarı urganların ucunda ahşap bir oturma yeri olacak. ben küçükken babam benim için böyle basit bir beşik yapmış, çünkü hiç uyumuyormuşum ve sürekli ağlıyormuşum. rivayete göre beşikten düştükten sonra böyle olmuşum.

olabilir

ben bloglarıma karşı sorumluluk hissediyormuşum, bunu farkettim.

Monday, December 11, 2006

karaoke 2



hani karaoke yapmıştık ya...

yeni bir blog

bu blogda iyi yazılar var. demek ki deneyimleri iyi anlatan biri var. özellikle de ruhsal deneyimleri. son olarak da "Cumartesi, Aralık 09, 2006 Bölük Pörçük Yazılar I" adlı post'u özellikle tavsiye ederim. ya da bilemiyorum belki de ben sadece kendime bu kadar yakın hissetmiş olabilirim. galiba bu aralar kendime yakın şeyleri bulmada üstüme yok.

http://divadeiwob.blogspot.com/

sabah 04.30

yine sabah, yine saat 4 civarı. güne hatta haftaya yine 3,5 saatlik bir uyku ile başladım. her neyse dün akşam düğün sahiplerinin tabiri ile yılın en romantik düğünündeydik. doğal olarak romantizm anlayışı değişken bir şey. ben sabun köpüğünden baloncuk yapmayı tercih ederim mesela. romantikten öte eğlenceli. zaten o yüzden düğünde sürekli özgür'ü takip ettim. bir kaç balon daha alsaydı eline, az sonra havalanacakmış gibi dolaşan minik bir adam. adam diyorum çünkü kendisine takım elbise giydirilmesi hoşuma gitmedi ama ne yapalım. ben değilim ki annesi. hem ona sorduğumda papyonunu bile bana gösterdiğine göre o da benimsemiş kıyafetini ama benimsemese daha iyi olurdu. her neyse kendisinden edindiğim bir kaç bilgiyi daha vereyim: 4,5 yaşında, okuldaki arkadaşlarının adı; emir ve ece, niye balonları topladığını bilmiyor, dansetmeyi seviyor. kıvırcık sarı saçları ve yüzünde, çocukluğun tüm karakteristik özellikleri vardı.

Sunday, December 10, 2006

bir de ben...

paranoyağım galiba.

bir arkadaşım var...

içince kulakları kızaran, dili dolanan; tıpkı lise çağında yeni yeni içki içmeye başlamış çekingen bir, ne çocuk ne delikanlı.

küçük bir kız çocuğu...

-yum aslında, olmayacak her şeyden korkan, kendini gereksiz yere yetersiz hisseden.

Saturday, December 09, 2006

işte bir türk filmi şarkısı...

rüyalar gerçek olsa, seni her gün görürdüm
o incecik beline, sarılarak yürürdüm
sabah olmasın diye güneşi durdururdum
yanar dağlarda tüten ateşi söndürürdüm
yatağına her gece gelincik doldururdum
dudağına bin kere öpücük kondururdum
rüyalar, rüyalar, rüyalar, aaah, rüyalar gerçek olsa
rüyalar gerçek olsa, sana güller verirdim
o güllerle belki de, kucağıma gelirdin
sarılırdım boynuna sokulurdum koynuna
o gül dudaklarını öperdim doya doya
sabah olmasın diye güneşi durdururdum
yanar dağlarda tüten ateşi söndürürdüm
rüyalar, rüyalar, rüyalar, aaah, rüyalar gerçek olsa

film

uzun süredir ilk defa kendimi bir filme yakın hissediyorum. film hayatıma iki noktadan dokundu. birincisi amelie'deki gibi kendi çocuk ve masal dünyamdan izler çekip çıkartmamı sağladı. (ayrıca okuldayken uyku ve rüyalar ile ilgili bir belgesel yapmayı hayal ediyordum. hatta ön araştırmaları bile yapmıştım. bir laf vardır: "uyku ölümün yarısıdır" diye. çıkış noktam bu sözdü. mitoloji ile bağlantılandıracaktım her zamanki gibi konumu.) ikincisine gelince filmin asıl kahramanı olan stephano (stephanie değil). şu aralar yaşadıklarım ve hissettiklerimle kendimi ona benzettim. daha bu sabah bella'ya "kafamda o kadar çok kuruyorum ki, kurduğum şeyleri rüyamda görüyorum. sonra da -ya ben bunu yaşamış mıydım?- diye yanılgıya düşüyorum" dedim. (tabi tam olarak aynı kelimelerle değil) gerçek yaşam ve hayal dünyası arasındaki gel-gitler, duygusal boşalımlar, farklı noktalara takılmalar, yabancılaşma anları vs vs... böyle anlatınca ciddi bir vakayım gibi gözüküyor ama yaşadıklarım o kadar net ki... nasıl desem o filmi pek çok insan gibi ben de yaşıyorum herhalde. herkes kadar sıradan ve normal, herkes gibi farklı ve özel. aslında bugün yine 2 film seansı yapacaktım. ama hem çok yorgun olduğum için (dün gece yine az ve huzursuz uyudum, erkenden de kalktım malumunuz) hem de filmden sonra kendimi istiklale atıp izlediklerimi daha da yoğun hissetmek için 2. filme girmedim. sonra ne oldu? tanrı yani yaşam beni yine sınadı? tabi ki bir tesadüf ama istiklal'de her zaman görebileceğim birini, tuttum bu filmi izledikten sonra gördüm. e dedim ya tesadüf diye... o kadar.

adım atmak ya da atmamak
yapmak ya da yapmamak
istemek ya da istememek
işte her şey bu kadar basit bir denklemden ibaret.

o soruyor bana: "demet bir şey mi oldu?"
sorun belki de hiçbir şeyin olmamasıdır ya da olmayacak olması ya da olan şeylerin yetersiz kalması. çok basit gibi ama değil.

aralıklar'ın uğursuz olduğuna kanaat getiriyorum. eğer böyle devam ederse...

aradım bulamadım

sabah 9 da uyandım yine. müşteri grubu bugün sunuma gidiyor. dün akşam oldukça yoğundu ortam. bana gelince uyandım ve arpacık kumrusu gibi düşünmeye başladım. sanırım beynim yakında bu yüzden kısa devre yapacak.

Friday, December 08, 2006

geri istiyorum

dün lütfi kırdar vs. vs.'ye gitmem gerekti. taksiyle dolmabahçe'den geçerken şunu farkettim. istanbul'da öğrenci olmalıymışım. üniversite hayatını bir de burada yaşamalıymışım. sokaklarda aylak aylak sürtmeliymişim. bir zamanlar merak saldığım fotoğrafları bu şehirde çekmeliymişim. sevgilimle burada el ele tutuşmalıymışım. buralarda hoplayıp zıplayıp öğrenciliğin tadını çıkarmalıymışım. izmir'de de çok zevkli bir öğrencilik yaşamı geçirdim. bornova-alsancak-ksk arası dolanıp durdum. ama dün iş saatinde dışarıda olmak. o özgürlüğü, başıboşluğu hissetmek. içimde kaldı işte. son olarak; sanırım üniversitenin ayrı bir kampüste olmasının avantajları vardır ama yine de şehrin, yaşamın ve karmaşanın içinde olmak daha iyi.

Wednesday, December 06, 2006

karaoke 1

dün akşam ulaş'ın doğumgününü kutladık. ali dedi ki: "karaoke yapmaya gideceğiz." boynumuz kıldan ince tabi. aldık arzu ile hediyemizi, tuttuk clubkaraoke'nin yolunu. haftaiçiydi ya, çok güzel oldu. bizden başka 3 grup daha vardı. ortam ferahtı. kutladık doğum gününü, söyledik şarkıları. asıl önemli nokta burası: meğerse "türkçe gecesi" imiş. tabi bizim çocuklar durur mu! ne kadar absürd şarkı varsa yazıp altına da hiç olmadık isimler yazdılar. ben nacizane repertuarımı burada açıklamak istiyorum yüksek müsadelerinizle. (bakın bu da popstar'a katılmış, b.ersoy'un karşısında konuşan titrek şarkıcı adayı gibi oldu.)
geceye "beyaz kelebekler"den "sen gidince" ile başladığımı hatırlıyorum. bir "ele güne karşı" oldu "mfö"den. tabi bu şarkıyı tek başıma söylemem imkansızdı. herkes atladı. "nil karaibrahimgil - çocuk da yaparım kariyer de". ama en güzeli yine "mfö"den "ali desidero" oldu. kızlar bir mikrofonu aldı, erkekler diğer mikrofonu. hem hep birlikte, hem de ali ile ali'nin vurulduğu kızın repliklerini uygulayarak tüm bara şahane bir performans izlettirdik.
başka şarkılar da vardır söylediğim ama hatırlamıyorum. tabi tüm şarkılara eşlik ettiğimi de eklemeliyim. ancak ibrahim tatlıses ve banu alkan'dan uzak durdum, bir de "lo lo lo" diye bir şey söylediler ama neydi anlamadım. çünkü onlar da bilmiyorlardı :)
sonuç olarak; şarkıları katlettik ve deşarj olduk. ulaş'tan fotolar gelince eklerim rezilliğimizi.

Tuesday, December 05, 2006

yine bahçe...

öğle yemeğinden sonra bahçeye çıktım. volta attım, güneşlendim, hava aldım. 5 aralık için oldukça güneşli ve ılık bir hava var dışarıda. galiba tekrar kaçacağım bir ara :)

Monday, December 04, 2006

mecazlara dikkat lütfen...

aşağı inin daha aşağı. mecazlar için değil ama... yeni eklemeler var da :) o yazıdaki şarkıları paylaştığım kişi yani özleeem farketti mecazları. dedi ki: "yazılarında farkında olmadan ruh halinin farkında olmadığın yönlerini yazıyorsun ama farklı bir şekilde anlatıyorsun." verdiği örneği burada vermeyeceğim :) ne yazık ki...

ama... ama...

yaaa ben alışmışım özgür'ü rengarenk görmeye. aşağıdaki fotoları çok beğenmeme rağmen garipsedim ve özgür'e yabancılaştım bir an. gerçi bu noktada filiz'in ve özgür'ün iyi bir çalışma sergiledikleri ortaya çıkıyor ama yine de kendisinin normal bir fotoğrafını eklesem iyi olacak :)

işte blogun kaçağı özgür...

maria puder
kendisini, ankara'da portekiz'e kaçış belgelerini toplarken yakaladım ve model olduğu pozları buraya yerleştirebilmek için izni kopardım. belki aramızda görmeyenler vardır bu çalışmaları. fotokritik 'te yayınlanıyor fotolar. fotoğrafçımız ise; myrina nick'i ile filiz orhan.

karantinalı despina
eleni

Friday, December 01, 2006

bahçeyi seviyorum...

ben sıcağım, o soğuk. böylece ne zaman bunalsam kısacık da olsa bir nefes alma şansı yaratıyor bana :)

geçen biten kaçan

inanamıyorum side bar'da december 2006 yazıyor artık.
zaman ne kadar çabuk akıyor.
ne kadar...
sizi 19 kasım tarihli post'a gönderiyorum.

dün gece...

artık ne düşüneceğimi bilmiyorum. sanırım çok düşündüğüm için ufaktan sıyırıyorum. (bu başka bir konu-aşağıdaki konu ile bir ilişiği yok)
dün akşam tak-sim'deydik. bella ve olcay ile. konu döndü dolaştı yine ilişkilere geldi. herkes olayların gelişimi ile ilgili konuda hemfikirdi. ama sonrasında beni çok polyanna yaptılar yine. öyleymişim. öyle diyorlar. kimse olay sonrası geliştireceği tavrından da vazgeçmedi. zaten vazgeçmesini de beklemiyordum kimseden. her insan farklı, her insanın etkilendikleri farklı, her insanın deneyimleri farklı... so what???