Thursday, November 30, 2006

boğaz'a nazır bir pastaneden notlar

bugün saat 15.00 itibari ile kitap okumaya ve ruh dinlendirici müzikler dinlemeye fırsatım oldu. hem de vanilya kokularının ılıklığı, sarı ışık ve ahşap bir çalışma masasının eşliğinde. fikir güzel. başta değildi. "bana ne canım müşterinin karısı doğurduysa" dedim önce. neymiş efendim kuruçeşme-cafe di dolce'ye gidip bebek için mavi kukili (zannımca bir çeşit kurabiye-bu arada şu cookie olayına tilt oldum ya neyse... insanın fesuphanallah diyesi geliyor) brownie'li aranjman!!! yaptıracakmışım. sonra işten uzaklaşma fikri beni birden cezbetti. taksiye bindiğimde hala kafamda durumu tartıyordum. taa ki; dolce' ye girip kadına derdimi anlattığımda o bana "ama en az 1 saat burada beklemelisiniz" deyinceye kadar. o anda bir daha durdum ve etrafıma daha bir dikkatli baktım. işte o anda bu pastanede bekleme fikri de beni cezbetti. hemen pelin'i aradım ve beklemem gerektiğini söyledim...
kendime bir yer belirledim. ön tarafında yaklaşık 30 tane camekanlı sarı pirinçten tutacaklı çekmeceleri olan kocaman ahşap çalışma masası. sol tarafımda caddeye, kuruçeşme parkına ve dolayısıyla boğaza bakan ve sanırım 5-6 tane masanın bulunduğu alt bölüm. sağ tarafımda ise pastanenin metal mutfağı. önce kitabımı okumaya başlamıştım ama sonra mutfaktan gelen ilginç sesler; kafalarındaki ahçı boneleri ve önlükleriyle kadınların siparişleri yetiştirmeye çalışırken yaptıkları konuşmalar ve son olarak çalan eski amerikan film müzikleri dikkatimi toplamamı engelledi. hiç bir şeyin ulaşılmaz olmaması, her şeye hakim kadınların bu rahat hali, bende almodovar'ın film setlerinden birindeymişim hissini yarattı. hatta bu kadar çok kadın olmasaydı, ferzan özpetek'in "karşı pencere" filminin seti olduğunu bile iddia edebilirdim. servis yapılan bölümün duvarlarını büyük tablolar, yanında küçük aynalı şamdanları olan daha büyük bir ayna ve daha da ön bölümdeki kütüphane ele geçirmişti. kocaman bir şamdanlı avize tavandan sarkıyordu. benim olduğum orta bölümde; duvarları küçük çerçeveler basmıştı. alt bölüm ile orta bölümü sepetlerin içindeki ekmeklerin de karnavala dahil olduğu bir çeşit raf düzeneği ayırıyordu. mutfak tarafında; pastaların üzerine yerleştirilen şekerlemelerin bulunduğu devasa kavanozlar, kurdelalar, süsler, çocukluğumun yabancı yemek kitaplarından fırlamış, 19. yüzyıla ait mutfak malzemeleri ile yüklü tezgahlar uzanıyordu. fotoğraflanmak içindi sanki her şey. oturduğum çalışma masasının üstünde ahşap ve sarı pirinçten yapılma pervane; bana, ipek pastanesi'ni hatırlattı. ben çocukken uslu bir şekilde aşı olduğumda, pasta ve limonata ile ödüllendirilirdim :)

çok sonra yazdım bunları. tekrar baktım, tekrar yazdım. zaten önce gevezeliğimle sonra rahatlığımla, en sonunda da yaptıklarımla onlara garip gelmiş olabilirim. çok konuştum. çünkü derdimi anlatabilmek gibi bir sıkıntım vardı. rahattım. şöyle ki; soyundum, dökündüm ve devasa çalışma masasında kendime bir köşe edindim. gariptim. çünkü ilk defa böyle bir yerdeydim ve tam anlamıyla en sevdiğim şeylerden birini yapabilecektim (zaten topu topu 5 tanedir) gözlemlemek ve yazmak.

sonra "she" çalmaya başladı. kadınlardan biri bana gerçek bir brownie ikram etti. çok ilginç bir açıdan rafların arasından, bir tankerin boğaz'dan geçişini izledim. ruhumu doyurdum.


yaşamak: gözlemlemek+deneyimlemek'ten ibaret.


ama düşündüm de; sanırım sevdiğin şeyi yapmak bile bir süre sonra rutin oluyor, işe dönüşüyor. e o zaman değiştirin sevdiğiniz şeyleri ve işlerinizi. bu fikir insana yaşamında her şeyi deneme cesaretini veriyor.

sabah

sabahları yaşam daha eğlenceli. hele bir de uykumu almışsam ve güne iyi hazırlanmışsam. bakım yapmak, kahvaltı etmek falan değil iyi hazırlanma kriterim. insanlar sabahları daha komik oluyorlar. sen sırıtık bir ifade ile ortalarda dolaşınca onların bu durum karşısındaki tavırları beni bitiriyor. (bu arada insanlar dediğim kişiler tanımadıklarım ve genelde tüm şehir somurtuk oluyor sabah sabah. ağızlarından laf almak da zor oluyor. e ben alışmamışım böyle şeylere) onların "bu kız niye salak salak sırıtıyor? bir şey mi var yoksa bende garip olan?" diye düşündüklerini sanıyorum. onlar bu garip ve içerleyen hallerde bana baktıkça benim gülümseme oranım katlanarak artıyor. sabah pastanede (daha az ilgilenilen tezgahta duruyor benim poğaçalarım) sıraya girmiştim. sırada ben yalnızım. sonra arkama bir kadın geldi. "yok mu ilgilenen? niye insanları bekletiyorlar? diğer tarafın sırası bitmezki" diye homurdanıyordu. (bu ses tonuna ve söyleyiş tarzına ancak homurdanma denebilir) sonunda görevli abi geldi ve "sırada kim vardı?" dedi. ben de "siz hanımefendi ile ilgilenin acelesi var galiba!" deyiverdim. tutamadım kendimi ne yapayım :) kadın da hiçbir şey demeden aldı poğaçalarını gitti. sanırım teşekkür etmemesinde tonlamamın etkisi var! ya da zaten ondan böyle bir şey beklemek hata olurdu.

Wednesday, November 29, 2006

bu aralar...

"eyes wide shut" filminin müziklerine takıldım. filmden sonra (yani yıllar önce, yani ben daha çocukken) kasedini almışım. siz hesap edin artık ne kadar çocuk olduğumu, daha kasetler piyasadaymış. müzikleri jocelyn pook ve dominic harlan'a ait. bir ara denk getirir de müzikleri bulursam eklerim bloga. özellikle;
"waltz 2 from jazz suite"
"baby did a bad bad thing"
"when i fall in love"
"i got it bad (and that ain't good)"
"if i had you"
"strangers in the night"
"blame it on my mouth"

ve üzerine gelişen bir msn konuşması:
04.12.2006
Yağmur:
hazırlıktaydık demet
just wicked:
yaaa
Yağmur:
eyes wide shut
Yağmur:
evet
Yağmur:
yeni başlamıştık
just wicked:
yaaa
Yağmur:
hatırlıyorum
just wicked:
ben nedense daha küçükmüşüm gibi hatırladım
Yağmur:
sen bana da bir kaç şarkısını çekmiştin kasete
just wicked:
:)
Yağmur:
ve sen yeni almıştım
just wicked:
vaaaay be
Yağmur:
walkmande dinliyodun
just wicked:
:)
Yağmur:
yaaaa
Yağmur:
:)
Yağmur:
neyse ben kaldığım yerden devam edeyim okumaya
Yağmur:
:)

sonuç olarak; 1999 yılındaymışız. az gibi ama 7 yıl eder. 7 kocaman ve dolu geçen yıl :)

hüzün...

bu sonbaharın (eylülün) getirdiği tüm güzellikleri, artık eşikten adımını atan kışın (aralığın) götürmesinden çok korkuyorum.

hoşgeldiniz nerdeydiniz ey sevgili hüzün
anladım o çekmecede gizliydiniz
hoşgeldiniz kağıdınız kırık kaleminiz
hadi yazalım biz hazırız

...

kendime engel olamıyorum ve sonra da üzülüyorum. ama sanırım yapacak hiç bir şey yok her zaman ki gibi...

unutun gitsin...

neyi mi? bir önceki post'u. o düne aitti. bir de bugüne bakın. şehirde soğuk kuzey rüzgarları esiyor. ve her yere, deyim yerindeyse kaos hakim. polisler kafayı yemiş bir halde el kol hareketleri yapıyorlar. sivil olmayan ne kadar araç varsa gürültü çıkarıyor. neymiş efendim papa gelmiş. hoş gelmiş kendisi de; zaten kendi düzensizliğinden bir düzen oluşturmuş istanbul trafiğini p.ç etmiş. açıkçası soğukta beklemek hoşuma gitmedi. yürüseydim sorun olmazdı ya da otobüsün içinde bekleseydim. zaten trafik benim istikametimde gayet açıktı. sadece gayrettepe-zincirlikuyu arası durdu biraz. bana tam bir senfoni gibi geldi o noktada trafik. araçlar müzik aletlerine, hareketleri ile oluşturdukları akışkanlık (durağan da olsa) müziğe benziyordu. otobüste ise taze ekmek kokusu mevcuttu.

tatlı soğuk...

...var dışarıda. ürperiyorsunuz ama üşümüyorsunuz henüz. ofisten çıkınca insanı kendine getiriyor. yürüyüş iyi gelir böyle havalarda. yürümek akışkanlığı getirir beraberinde. ellerin ceplerinde. hava karanlık. şehrin ışıkları bile loş. sanki her yer terkedilmiş. böyle zamanlarda haki yeşili kısa atkımı seviyorum.

Tuesday, November 28, 2006

çoook beğendiiim

http://www.bentimagelab.com/video/Moodbot.htm
lütfen sonuna kadar sabırla dolmasını bekleyin ve mutlaka izleyin. şarkısı bilem güzel. sanki küçük kız da bana benziyor biraz. kıvırcık saçlar falan :) ama aslında şiddet doluyum. dün rüyamda savaşmaları için orgları yönetiyordum.
bu arada bella'nın hemen alttaki postuna yorum yaptım. başka da bir şey demem.

Monday, November 27, 2006

gerinmek

her tarafım ağrıyor. özellikle sırtım, omuzlarım ve kollarım. düşündüm de, laptop ile kaynaşmamı tamamladığım gün; bir wireless'ımız bile olmadığı için; evin muhtelif köşelerinde şekilden şekle girdiğim için olabilir bu durum. ya da dün yataktan çıkmamamla da alakalı olabilir. galiba çok tembellik de başa bela. resmen kürek kemiklerimi hissediyorum her hareketimde. bu arada ekranı bölme fikrini okul yıllarından beri sevmişimdir:
http://www.youtube.com/watch?v=9thSDd-Bfys
sonuç olarak gerinmeeek istiyorum.

günlüğe devam :)

hüzün, en derinden
tatlı hayaller, en vazgeçilmez
karın ağrıları ve can sıkıntıları, en basit
özgürlük, en sınırlı ve hep sınırsız
çocukluk, her zaman orada kaldığım

Sunday, November 26, 2006

okudum

neyi?
günlüğümü.
çok olmuş, en son 20 ağustos'ta yazmışım. üzerinden dünya kadar zaman geçmiş. sanırım; blog, yaşamıma girdiği için bir azalma var ama çok etkili değil. çünkü blogdan önce de oldukça aralıklı yazıyormuşum. galiba günlük tutma yaşım geçiyor. gerçi zaten günü gününe tutmuyordum, olaylar oldukça yazıyordum ya neyse. yazdım yine olanları ama birebir yazmak gibi olmuyor. istanbul'a gelişimden itibaren yazılan tarihleri okudum. bir garip hissettim. kesin ve net söylüyorum. bu gerçek yaşam değil, bir film ya da roman olmalı. dün teknoloji ile bütünleşmiş bir yaşam biçimi sergiledim. resmen laptop ile kaynaştık, yapıştık birbirimize. sabah 10'dan akşam gece 2'ye kadar. bu sabah meldoş ile alışveriş yaptık. ve sonra yine evvv :) yarın işe gitmeyi hem istiyorum, hem istemiyorum.

Saturday, November 25, 2006

sıfır dikkat...

belki de insan vazgeçmemeli...
umut mu acı veriyor insana umutsuzluk mu bilemedim.

bir şey daha: geçenlerde farkettim bella 28 eylül tarihine "tıramvaaay" postunu (fotosunu desem daha doğru olacak) eklemiş.
belki farkedilmez (gerçi kendisi az biraz hayvan kadardı ama olsun) işlevsiz podcasti yokettim.
sonraaa artık tüm linklere, üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
e zaten youtube olayını da farketmişsinizdir. eğer ki blogun sayfasında çalışmazsa üzerine tıkladığınızda yeni bir web tab'inde youtube'un o sayfasını direkt açıyor. hani yani paylaşım olsun diye yapıyorum bunları.
aslında regina spektor-fidelity'yi koymam daha uygun düşerdi görsellik anlamında, çünkü çok güzel bir klip ama geri dönüp yerleştirmek istemedim. yani niye açıklama gereği duyuyorum bilmiyorum. belki sadece paylaşmak içindir hani yani...

bugün böyle bir günümdeyim

fıstıklı lokum...

son demiştim ama...

paylaşmazsam dayanamam. geçen gün kendisine radyoda rastladım ve çok beğendim. youtube'tan klibini buldum, klibini daha çok beğendim :) ellerimi çırpma efekti... çocuk gibi ama...

http://www.youtube.com/watch?v=Om87tg0Vd0E&mode=related&search=

i never loved nobody fully
always one foot on the ground
and by protecting my heart truly
i got lost in the sounds
i hear in my mind all these voices
i hear in my mind all these words
i hear in my mind all this music
and it breaks my heart
and it breaks my heart
and it breaks my heart
it breaks my heart
and suppose I never met you
suppose we never fell in love
suppose I never ever let you
kiss me so sweet and so soft

suppose I never ever saw you
suppose we never ever called
suppose I kept on singing love songs
just to break my own fall

just to break my fall
just to break my fall
break my fall
break my fall
all my friends say that of course
its gonna get better
gonna get better
better better better better better better better
i never love nobody fully
always one foot on the ground
and by protecting by heart truly
i got lost in the sounds
i hear in my mind all these voices
i hear in my mind all these words
i hear in my mind all this music
and it breaks my heart
it breaks my heart
breaks my heart
breaks my heart

belki de...

insanlar, stres yaratmak için stres yaratıyorlardır. galiba az biraz insanın kendi kişiliği ile ilgili olabilir. modern insanım, büyük şehirde yaşıyorum, bu şehir beni yoruyor, trafik, kirlilik, gerginlik... bu kadar da modern olmayıverin o zaman. belki de biraz durmayı öğrenmeleri gerekiyor. nefes almayı ve görmeyi öğrenmeleri gerekiyor. yaşamı ağır çekime almaları gerekiyor. kabul ediyorum, dış etkenler çok fazla. ama yine de durun biraz. yolda etrafınıza bakarak, binalara bakmak için kafanızı kaldırarak yürüyün. gökyüzünü görün. sabah uyandığınızda yataktan fırlamayın ve bir beş dakikanızı yattığınız yerden dışarıyı seyrederek geçirin. yaptığınız şeyden mi sıkıldınız? bir müzik açın ve benim şu anda yaptığım gibi hiç sırası olmayan bir şey ile ilgilenin. boş boş oturun, elinize oynayacak bir şey alın ve onunla ilgilenin, bırakın düşünceleriniz oradan oraya sürüklensin. çok uyuyun, uykudan bıkacak kadar uyuyun. şehirde her zaman gittiğiniz yerlere aceleniz olmadan gidin. sadece gerçekten orada neler olduğunu görmek için. dolaşın sokaklarda avare avare. akan trafiği, insan selini izleyin. insanlar hakkında hikayeler uydurun. bir banka oturun ve bekleyin, hiçbir şey olmayacağını bilseniz de bekleyin. niye beklemekten bu kadar sıkılıyoruz? (birebir bir insanı beklemek anlamında kullanılmamıştır) derin nefes alın, derin, çok derin, en derin...
çok mu öğüt verir gibi oldu? yani ben öğüt almaya uyuz olurum da az biraz... tamam öğüt değil, ben bunları yapıyorum, arada işe yarıyor. arzu eden denesin.
"ilk5" diye bir blog var. bilenler bilir. her neyse orada "beyoğlu'nda çalışmak" adı ile bir post girilmiş. o postu değil de benim eklediğim yorumu buraya koyacağım:
miklagard der ki:
"eklemek istiyorum, özellikle de beyoğlu'nun gece yaşamında iş görüyorsanız:

kendini korumayı öğrenmek.
beyoğlu'nun arka sokaklarını ve insanların dikkatini çekmeyen tüm olağanüstü ayrıntılarını en ince noktasına kadar bilmek.
hiçbir zaman haberinin olamayacağı yerlere girip çıkmak.
beyoğlu'nun gerçek insanlarına alışmak, onlarla dost olmak.
istanbul'da yaşamak ile ilgili daha fazla kafa yormak."
son, en son, valla söz bu son: bu aralar ajanstaki arkadaşlarla, çocukluğumuza takılmış durumdayız. onun için bu oyunlu, oyuncaklı postlar :) herkes içindeki çocuğu geri çağırıyor bu aralar bizim tarafta.

yorumsuz

galiba vazgeçmeyi de bilmek, öğrenmek gerekiyor.

Friday, November 24, 2006

insanlar

garipler. ve samimiyetsiz. işte onları sevmiyorum. samimiyetsiz olanları. garipler o kadar sorun değil. çünkü öyleler. ama samimiyetsizler, olmadıkları gibi davranıyorlar.
şunu duydum: "düşünsene otobüslere herkes biniyor; hele minibüsler, hepsine (buradaki hepsi: diğer insanlar) dokunmak zorunda kalıyorsun." tabi önemli olan bunu söylerken yüzünün nasıl bir hal aldığını görebilmeniz ama bunu size söcüklerle anlatamam ki... bu izolasyon halinin titizlikten öte kendi kötü karakteri ile ilgili olduğunu düşünüyorum nedense.
bir de kadınlar var. tahammül edemediklerimden. otobüste dedi ki birisi diğerine: (birebir aynı kelimeler değildir ama) yani biraz uğraştırmak gerekiyormuş yoksa ilişki başladığında ilk sorunda çocuk pes edermiş, ama böyle olunca (sanırım çocuğu süründürünce demek istedi) çocuk ilişkinin kıymetini anlıyormuş. sadece ağzım açık kaldı.
e şimdi ben ne diyeyim bunun üzerine. kabul ediyorum, kadınların kafaları erkeklerden farklı çalışıyor olabilir ama bu kadar da olmaz ki kardeşim yaaa. bu kadınlıktan öte insanlıkla ilgili bir sorun sanırım.
post'u gönderdikten sonra tekrar okudum da; yoksa ben mi çok abartıyorum? yani sanmıyorum ama yine de...
son olarak biraz gülümsememi sağladılar. özellikle ikincisi:
http://www.dexigner.com/forum/index.php?act=Attach&type=post&id=7105
http://www.dexigner.com/forum/index.php?act=Attach&type=post&id=7117

Thursday, November 23, 2006

oyuncaklarııım

oyuncaklarımı geri istiyorum.
şapkalı bez bebeğimi.
mutfak takımımı.
ama en çok legolarımı...

yalın ayak başı kabak

bugün derdim kendimle. aslında bunu söyleyince aklıma yine duman geldi. "senin gibi"

benim derdim seninle,
kal yanımda hep böyle,
benim derdim seninle,
sorma sorma...
hiçbir kimse anlamaz, beni senin gibi,
hiçbir kimse inanmaz, bana senin gibi,
hiçbir kimse karışmaz, kana senin gibi...

neyse düşündüm ki, istediğimi istediğim zaman yapmalıyım. çok da düşünmemeliyim. yani deniyorum değil mi? hoşuma gitmezse bir daha yapmak zorunda da değilim. hem sonra belki gelecekte fırsatım olamayabilir. işte bugün öyle bir gün. bir deneme günü.
bu arada yukarıda çok alakasız iki konu birbirine karıştı. komik oldu :)
başlığa gelince sokakta yalınayak oynayan, kafası kazıtılmış erkek çocuk anlamında.

Tuesday, November 21, 2006

"duman"landım ben yine...

bu adamlar niye askere gidiyorlar şimdi durup dururken? ne yalan söyleyeyim korkuyorum başlarına bir şey gelecek diye. gerçi hoş dışarıda gelme olasılığı daha yüksek de... ne diyordum? hııı korkumun kaynağı: rock dünyasında iyi müzik yapanların genç yaşta gitmeleri. bugün duman dinleye dinleye bir hal oldum burada. zaten bugünü gözden de çıkardım. bence ajansa geldiğim andan itibaren kayıp bir gün. adamlar varolan arabesk yanımı tetikliyorlar ki zaten severim, bilirsiniz. boş bir gününüzde açın ekşi sözlüğü, girin "duman" diye; 19 sayfa, 471 entry döküyor bugün itibariyle. okuyun birkaç baba entry, bakın nasıl gaza geliyorsunuz. belki de ben geliyorumdur gaza. öyle yaaa... bugün için favorim: "rüyanda görsen inanma" haaa sahi, sabah tam çok güzel bir rüyanın içindeydim ama ne yazık ki saat çaldı.
tekrar düşündüm de şarkının son 1 dakika 40 saniyesi ayrı bir güzel yaaa... çevirip çevirip son 1.40'ı dinliyorum :)

yok yok...

bu sabah 4'lerin bir anlamı olmalı... tesadüf olamaz...

Monday, November 20, 2006

bu da olcay'a

"tanrıkent" --> fernando meirelles

bu adres bella için

http://www.flickr.com/photos/michael_hughes/sets/346406/
sürekli yurtdışından getirdiği hediyeliklere gönderme :)

yazmayı unuttum

geçen hafta tam yatmak üzere iken woody allen ve bette middler'ın "scenes from a mall" filmini izledim. sevdim, çok sevdim.
sooonra dergilerimi temizledim. çok güzel oldu.

galiba zaten öyleyim

hani böyle gözlerinde cin bir pırıltı olur, işte öyle.

bir an...

kendimi, hınzır bir çocukmuşum da kaytarıyormuşum gibi hissettim :)

derinlik sarhoşluğu

mesele şundan ibaret geçen haftaiçi, hem iş olarak (pelin ajans dışındaydı genelde), hem de akşam dışarıda olmam bakımından çok yoğun geçti. ben de haftasonunu evde geçirecektim. amma velakin, evdeki hesap karşıya (karşıda oturan arkadaşlar anlamında) uymadı ve gülhande ile necati'nin hisar'da kahvaltı teklifine hayır diyemedik. e sonrasında bir bebek yürüyüşü; ki kahvaltıdan kalktığımızda saat 14.30 idi. en sonunda ise, beşiktaş'ta alışveriş derkeeen. benim dinlenme planım cumartesi akşam başlayabildi. işte şimdi sarhoş gibiyim ve adaptasyon sorunu yaşıyorum. yazacaklarımı yazamıyorum, kafamı toparlayamıyorum. haftasonu fotoğraflar ve şarkılarla geçti. hafta da hızlı başladı diyebilirim. söz bir ara (?) yazacağım.

Friday, November 17, 2006

mazi

geçen pazar akşamı indim dedim ya güneye; hani nefes almaya ihtiyacım vardı. işte "o gece"nin değil ama şimdi düşününce o gecenin şarkısı.

http://www.youtube.com/watch?v=0gFUiaDU2p0&mode=related&search=

ilk gerçek klip.
mtv'de de ilk kez yayınlanan türkçe klip.
uzay heparı da oynamış ya daha ne olsun.
bir de izleyince anlaşılıyor hiç cut yapmadan çekilmiş.

sayfayı açmışken bir iki sonra nazan öncel'in en sevdiğim şarkılarından biri de var:
"ben sokak kızıyım"
benim hatrıma onu da dinleyin bari.

izleyince bir kez daha şunu farkettim; nazan öncel'in bu klipteki dansı, tarzı, i'm juli'deki luna'ya çok benziyor. ah ben ve benim şu benzetme huyum :) e ama benziyooor.


bilgi almak isteyenler için;

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=orhan+atasoy&nr=y&pt=asit+orhan

sözlükteki 7 numaralı entry'e dikkat


var ya post'un üzerinde elli kere değişiklik yaptım ama yine de çok kopuk oldu...

Wednesday, November 15, 2006

kuru pide

emel'in yaşamındaki tüm pideleri ve onları benimle paylaşmasını çok seviyorum. çünkü içlerinde emel'in sevgisi var :)

gönderme :)

ıssız bir adada bir temel, bir ingiliz, bir alman, bir fransız bir de jamaikalı varmış. temel jamaikalı'nın yanına gitmiş ve demiş ki:
-kardeş, sen yenisin galiba?

Tuesday, November 14, 2006

yazmaya karar vermiştim tekrar; ama yine vazgeçtim

ben ölmeden önce
bir sürü dostum vardı
ben ölmeden önce
bir sürü düşüm vardı
ben ölmeden önce
bir sürü aşkım oldu
ben ölmeden önce
bir sürü hatam oldu
her şeye rağmen pişman değilim
her şeye rağmen pişman değilim
ama yine de bazen düşündüğümde
bir gün gelir de yaşarım ben de yine
tüm aşklarım, yalan mıydı ey tanrım
çok yalnızım
eriyorum yavaş yavaş
yavaş yavaş

yazmıyorum işte

Sunday, November 12, 2006

yol(-cu(-luk))

bilmem bilir misiniz? filmlerde yol; kahramanın kendini bulduğu, bilmediği yönlerini keşfettiği, iç hesaplaşmasını yaşadığı süreçtir. kadıköy'den vapura bindiğimde o yirmi dakika hiç geçmeyecek gibi geldi. vapurun balkonundaydım ama nefes alamıyordum sanki. otobüsten, bir sonraki durakta indim. istanbul'daki ilklerimden biri olan güneye, manzaraya indim. iyi geldi. o kadar çok ve derinden nefes aldım ki, soğuk oldum. banka oturdum. ayaklarımı duvara dayadım. karşı kıyıyı, az biraz sisin ışıkları dağıtmasını, boğazı, akıntıyı, suyun üzerinde kayan gemileri izledim. insanların kaygılarını düşündüm, hiç bu kadar yetersiz kalmadığımı hatırladım. daha kötüsü her zaman olmuştur, olacaktır da. kafamı bankın arkasına dayadım. yaprak siluetlerinin arasından gökyüzünü izledim. hisar sanki 500 küsür yıldır orada değilmiş gibi geldi. aradayım. ayaklarım yere basmıyor sanki. acaba yaşam senaryomu gerçekten ben mi yazıyorum ve sonra da oynuyorum amatör bir oyuncu gibi? sanırım tam tersi.

Saturday, November 11, 2006

eski defter

kitaplığımdaki minik defterim gözüme ilişti. çoktandır da açıp bakmıyordum. ilk bir kaç sayfasında karalamalarım var. sonrasında kes yapıştırlarım. bir de çok sevdiğim bir şiir çıktı içinden.

şaşıyoruz kuşların uçuşuna,
rüzgara ve çiçek kokusuna;
kendimize uzak bir rüzgarız biz,
bir başka alemde kendimiz olmadan eseriz.
dokunmaz kendi rüzgarımız bize, elimiz elimize...
bizsiz yağar yağmur, kuşlar bizsiz uçar, çiçek bizsiz...
biz bizsiz...
şöyle biraz coşup çıldırsak "dur" deriz, "dur biraz"
üstüne kuş konmayan ağaçlar gibi,
durduğumuz yerde ölüp gideriz.

demiş duşka.

zaman

durmasını istiyorum kendisinin. mutlu olduğum her anın durmasını istiyorum. en azından her şey ağır çekimde devam etsin. belki de ağır çekim olursa ya da durabilirse zaman, işte o zaman mutlu da olamam ki.
izmirliler çok mu -ki'yi kullanıyorlar. dedi biri işte ve takıldı kafama. fikri olan varsa söylesin.
aslında dün gece, yok aslında sabah 4'te eve gelince yazacaktım ama üşendim. ilginç değil mi yaşamımda sabahın 4'ünün yeri artıyor.
yaşam o kadar yoğun ki bu beni korkutuyor. ama vazgeçemiyorum aksine daha da bağlanıyorum kendisine. keşke hissetmeyen herkese bunu nasıl yaşayabileceklerini öğretebilsem.
çok mu iddialıyım? hayır.
e o zaman? "küçük şeyler sevindirir ruhumu..."

Friday, November 10, 2006

şöyle ki...

insan;
uykusunda gülümser mi? gülümsermiş.
sabah 04.30'da uyanır mı? uyanırmış.
tekrar uyuyamaz mı? uyuyamazmış.
ey salak insanoğlu (bu ben oluyorum) peki b.k mu var da uyanıyorsun?

Thursday, November 09, 2006

bela iş başında...

kim mi bela? ben tabiki :) ilginç bir gün olur mu bilmem ama eğlenceli bir sabah olduğu kesin.
1.işe geç kaldım çünkü sabah sabah dans krizim tuttu.
2.göz makyajım aktı çünkü güneş gözlüğümü evde unutmuşum.
3.çok güldüm çünkü (bunu demekten kendimi alıkoyamıyorum ama) dangalağın biri otobüste arkamda oturuyordu.
zaten otobüste kendimi zor tuttum gülmemek için (arkamda oturan arkadaşın telefon konuşmaları yüzünden) iner inmez de kendi kendime gülmeye başladım.
7/24'ın çalışanına günaydın deme gafletinde bulundum yanından geçtim ve bir paldırtı duydum. geri dönüp baktığımda mobil pos makinasının ruloları yola savrulmuş ve tüm trafik durmuştu.
sokaktaki güvenlik görevlilerinin yanından da muzır-neşriyat gülümsememle geçince onlar da benden kıllandılar.
son olarak ajansa gelen merdivenlerden koşarak indim, (çoğu zaman olduğu gibi)
duramadığım için ilk merdivenlerden sonra gelen 2. demir merdivenlerden az daha aşağı yuvarlanıyordum.
bela mı bela, son ana kadar :)

Wednesday, November 08, 2006

hmmm...

size yeni yerimden yazdığım ilk post bu. umarım bir aksilik olmaz da hep burada kalırım. çünkü;
1. daha bana ait bir masa.
2. daha izole ama daha public.
3. pelin ve gaye ile iletişime rahat geçmem daha fazla görevlendirilmeme neden oluyor :)
4. çok daha iyi bir bilgisayarım var.
5. bulamadııım...

Tuesday, November 07, 2006

...

talk to me
i haven’t said a word in days
please talk to me
and i can tell you of my ways
in which i numb myself
in which i numb myself
drink with me
i will talk of things i want
to do in life but know i can’t
find the energy
find the energy
find the energy
find the energy
time has come
come to me at such a speed
and given me the time i need
to waste
waste on you, i’ve got time to waste on you
waste on you, i’ve got time to waste on you
waste on you, i’ve got time to waste on you
on you
on and on and on and on with you
waste on you, i’ve got time to waste on you
waste on you, i’ve got time to waste on you
on you
on and on and on and on and on with you
on and on and on and on and on with you

Monday, November 06, 2006

özürleeer

evet kabul ediyorum hatalıyım. bella'nın, olcay'ın yazdığı "çentik" adlı post'u için sorduğu soruyu üzerime alındım ve bella'nın post'unu olcay'ın sandım. ama ne yapabilirim sorarım size? genellikle monolog şeklinde devam eden postlarım, arada olcay'ın sayesinde diyalog şekline dönüşüyor ya ondan kafam karıştı. bellacım afedersin. ayrıca ne kadar yoğun olduğunu biliyorum ve bu konuda çok da üzerine düşmediğimi düşünüyorum. umarım doğru yoldayım. zaten olcay'ımın da blog ile ilgili bir sıkıntısı var. ama o konuda yapacak hiç bir şey yok zannımca. her neyse karıştırdığım ortalığı biraz düzeltmişimdir umarım :)

Sunday, November 05, 2006

derin... çok derin

az önce eve geldim. durakta beklerken annesinin çekiştirdiği şarkı söyleyen küçük bir kıza rastladım. gülümsedim. kırmızı uzun kuyruklu, beyaz ponponlu noel baba beresini düşürdü. farkettiğimde biraz uzaktaydılar. bereyi aldım, durakların sonunda onlara yetiştim ve bereyi teslim ettim. sonra ay vardı, akmerkezin orada farkettim kendisini. akmerkezin ışıkları yanında soluk kalıyordu. halbuki o ne kadar uzakta ve kendi enerjisi bile değil bize gelen. ve ay, etrafındaki ışık hüzmesi ile sanki uçuyordu ya da dünya daha hızlı dönüyordu. bu konuda net bir fikrim yok. ama zaten bu sabah alışveriş için dışarı çıktığımda da hava netti. tüm bebek koyu ve anadolu berrak idi. güneş deli gibi parlıyordu. soğuk, güneşli, pırıl bir gündü kısacası. sonrasında olcay var. oturduk mu konuşuyoruz kardeşim. hele bir de formumuzdaysak, oluyor bu iş. yaşananlar, deneyimler, hayatı öğrenirken aldığımız notlar, zihnimizin kıvrımlarına sıkışmış anekdotlar ve dahası... derin... çok derin
yaa bir şey daha! sanırım bu aralar hazır kış da gelmişken siyah göz kalemim ve kırmızı rujumla daha fazla muhatap olacaksınız. tabi bu durumla volver'ın hiç bir ilgisi yok desem? yer misiniz? sesinizi duyar gibiyim. ben de öyle düşünmüştüm zaten :)
yaaa bir şey daha: penelope'yi pek bir sevmesem de, nane koklayan fotosu masaüstüm oldu bile.
olcay bu da sana soru: "çentik???" adlı post'unda, soyut anlatım yapan şahıs ben miyim?

post'umu kaybettim

gören ya da duyan varsa haber etsin. "nutkum tutuldu" ile "çentik" adlı postların arasına cumartesi sabahı yolladığım post'um kayıp. sildim mi acaba? imkansız! ama nerede o zaman?

ağır ve yoğun cumartesi

almodovar'ı ve kadınlarını seviyorum. kadınlarının kusursuz olmamalarını, güçlü olmalarını, inatçı olmalarını. doğru bir kullanım mı bilemiyorum ama deyim yerindeyse kadın gibi kadınları seviyorum. dünkü film için bir benzetme yapabilirim ama o zaman herkes ne olduğunu anlar. yani benzetme yok. olağanüstü bir film değildi ama ne de olsa almodovar, her zaman almodovar'dır. iklimler'e gelince amatör, belki de amatör olması filmi daha da seyredilir kılıyor. kadın erkek ilişkileri diyeceğim ve konuyu kapatacağım. dün bana iyi geldi. soğuk, istiklal, yalnızlık, filmler, yol... uzun zamandan sonra ilk kez eskisi gibi tek başıma sinemaya gittim, uzun zamandan sonra ilk kez eskisi gibi iyi filmler izledim... iyi geldi iyi :)

Friday, November 03, 2006

nutkum tutuldu

sustum. son zamanlarda konuşmam gereken en önemli anda sustum. belki de önemli değildi ama ben konuşmak istiyordum. peki ne oldu? bakakaldım ve dilimin ucundaki sözcükleri yuttum. insiyatif bende değildi sanki. niye yaaa... sonra ne oldu peki? eve gelip bilgisayarın başına oturuncaya kadar sinirimden kendi kendime konuştum. hatta yetmedi, işte şimdi bunları yazıyorum. otobüste ön koltuktaydım ve ön cama vuran damlaları izledim. gelmelerini ve gitmelerini. su birikintisine vuran ışığın fotoğrafını çektim o fırtınada. iyiyim ama kızgın aynı zamanda... alttaki fotoda iyi halim :) niye burada gülerken ağlama efekti yok

Wednesday, November 01, 2006

gogol bordello

canlarım kuzularım, vakti zamanında "rock and rock 1" adlı post'umda bahsi geçen bir gruptu şu "gogol bırt zırt". amma velakin kendileri zihnimin derinliklerinde gezinip duruyor idiler. her neyse bugün trendsetter'da ratladığım bir yazı sonrası çok fazla vaktim olmasa da size bir tanıtım yapayım dedim. aşağıdaki bilgiler grubu ekşi sözlük'te arattığınızda ilk karşınıza çıkacak entry ve "sukedisisu" tarafından eklenmiş sözlüğe. çok da güzel anlatmış kendisi. eline diline sağlık valla. ben de sözlüğü açma zahmetine katlanmayacaklar için ilk entry'ı buraya ekledim. daha fazla merak edenler için ise:

sözlük

gogolbordello

"baştacı edilesi, (ki başa konulduğu anda da zıp zıp zıplamaya başlar) ukrayna menşeili lezizoğluleziz bir topluluk. 1972/kiev doğumlu çılgın rüyacı kişilik eugene hutz tarafından kurulmuş gibidir. huntz ukrayna'dan yola çıkarak hoppidi zippidi ülkeden ülkeye zıplamış, italya, avusturya, macaristan ve polonya dememiş, zıplamaya devam etmiş ve en sonunda amerika'ya ulaşmıştır. bu arada müzikal tavır ve içerik de üzerinde/üzerinden zıplanan birçok ülkenin etkisini taşır. grubun üyeleri 'ukranian punk cabaret' adı verilen neşeli konseptin bir anlamda bıyıklı fikir/isim analarıdır. müzisyenn olan ve söz yazan neşeli göçmen huntz efendi, bir süre orada burada takıldıktan sonra new york'a teşrif eder ve orada, kendisi gibi göçmen olan sacha katztckoff (akordeon), sergei ryabtsev (keman), vlad solovar (gitar) ve eliot ferguson* ile tanışıp gurubu kururverir ki, güllük olur. gülistanlık olur. grubun adının da ilk adı olan gogol, ukrayna dolaylarından hemşerileri olan bildiğimiz gogola gönderme yapmaktadır. grubun müziği, öncelikle ziyadesiyle leziz melodik gidişat ve toplu çalma üslubu/neşesi itibariyle çigan müziğine benzemekte, sonralıkla da (devir sentez devri olduğu için olsa gerek) ritmik anlamda amerikanvari bir takım sound tercihleri ve tartımlarla neşeli bir karışım oluşturmaktadır ki dinlenildiğinde, sentezin efendi gibi vuku bulduğu, mantarlanmadığı, nöronlarına özenle mor* giydirilmiş herhangi bir beyin tarafından çabukça anlaşılmaktadır. internet deryasında araştırma maksatlı bir motor turuna çıktığımda karşılaştığım en sağlam tanımı da buraya aynen eklemekte bir sakınca görmemekteyim; zira 'a gipsy iggy pop' terimi grubun tarzını oldukça iyi ve dengeli bir biçimde açıklamaktadır. acilen bulunası, dinlenesidir. vururlar patlar. çalarlar oynanır.

(sukedisisu, 08.01.2003 15:49 ~ 30.05.2003 19:29)"

son olarak, "start wearing purple" :)