Tuesday, October 31, 2006

sonbahardan kışa...

çok sevdiğim birinin blogunda o kadar çok sonbahar ile ilgili post okudum ki yine dönüp dolaşıp aynı konuya geldim. ajansın kocaman camlarında buluşan küçücük damlalar, birleşip gökyüzünde kayan yıldızlar gibi, rüzgarın etkisiyle biraz da meyil yaparak camdan aşağıya süzülüyorlar. hava bulutlu bile değil, sadece kapalı. ajansa hakim olan sarı renk buraya bir kişilik kazandırıyor. beyazın çiğliği yok. aksine eski, sıcak ve bildik bir hava katıyor buraya sarı ışık. yağmurda camın ardından görünen tüm renkler daha güzel ve berrak ama sarının yeri ayrı sanırım. en çok kendini yerlerdeki yapraklarda ve taksilerde ifade edebiliyor.daha kendimi toparlayamadım ama hissediyorum zevkli bir kış olacak. belki de daha yeni olduğu ve ben onu özlediğim için böyledir. yani bir beş ay sonra "hadi artık sıkıldım" diyebilirim. ama daha çok var :) peki neye ihtiyacım var bir düşüneyim? birazcık düzene, çok çalışmaya, bir kitaplığa, mumlarıma, vazolar içindeki çiçeklerime, kocaman bir çantaya, sıcak ve yumuşak giysilere, yeni insanlara, bilgisayarım ile ilgilenmeye, renkli bir şemsiyeye (şu elde taşınıp katlanmayanlardan), kan kırmızıya, ihtişamlı mora, yosun yeşiline, ne yazık ki biraz teknolojiye, yine yeni kitaplara, morissey cd'sine, change etmeye, harekete, görselliğin peşine düşmeye, özlediklerimi görmeye, keyif aldığım şeyleri yapmaya, sürprizlere, gecenin ışıklarına... galiba yine beklentilerimi arttırdım?

Monday, October 30, 2006

ben geldiiim :)

ne getirdim? bulut ve yağmur gibi görünüyor. halbuki ben geçen haftayı ılık ve güneşli geçirmiştim. küçük bir sahil kasabasının güz yalnızlığını getirdim. bayramların coşkusunu; yeni evli bir çiftin evinin sevimliliğini; gözyaşlarını; gelecek kaygılarını; tabi ki repertuar köpekleri'ni; grease aytaç'ı (gerçekten çok komik), ısınamadığım cafeleri ya da onlara karşı iki yıl içinde kazanamadığım hissiyatı mı demeliyim?; hatice hanım'ın enfes yemeklerini; standartları; o küçük sahil kasabası var ya işte o kasabada kapının önündeki kaldırıma bırakılmış boş, köhne, boyası gitmiş sandalyeleri; gerçek iyot kokusunu; mide bulantısı ve baş ağrısını; kordon (alsancak to pasaport) yürüyüşünde yapılan sohbetleri; minik bir bebeğin nefesini; uzaktan uzağa bildiğin akrabaların gerçek hikayelerini; kalabalık sofraları; ailece bir şeyler izlemeyi; salı gecesi bellalar'da kaldığımızda neredeyse 10 yıl sonra her şeyin aynı olduğunu ve hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığını; sabah yalnız başına eve giderken her şeye yabancı hissetmeyi ve doğru kelime olduğundan emin değilim ama tiksinme hissini yaşamayı; vapura binememeyi; vapura daha güzel bir saatte binmeyi; yaşamını kaldığı yerden tekrar tekrar anlatmayı ve herkesin ilgisini çekecek konulara önem vermeyi; misafir ağırlamayı; yetememeyi, yettirememeyi yaşadım ve sizlere de zihnimde sadece bunları getirebildim.

Thursday, October 19, 2006

gitmek...

gerektiğinde gitmek. istediğinde gitmek. mecbur kalınca gitmek. gitme fikri her zaman cazip. yakına ya da uzağa ama uzak olunca gideceğin yer, daha da iyi hissetmek. her şeyi bırakıp gitmek. tüm yaşamını elinin tersi ile bir yere koymak ve yeni olana devam etmek. defolup gitmek. nasıl bir duygu? için burkulsa bile iyi hissetmek. her şeyin daha iyi olacağını bilip hissedip gitmek. giden olmak. bırakmak. bütünleştiğin her şeyi bırakıp gitmek. insanlar, nesneler, mekanlar, anılar... hepsi beyninde artık. dönmemek üzere gitmek. iyi gelen bu. sıkışınca döneceğini bilmek. işte gözükara olmayı sağlayan da bu. ama sıkışınca dönmek yerine, yeni bir yol çizip yeniden gitmek. daha cesur olduğunu gösteren ise bu. alttaki şarkı bende her zaman gitme hissini uyandırır. bir filmden bir söz, net hatırlayamadığım, her zamanki gibi: "hayatında 5 saniye içinde terkedemeyeceğin hiçbir şey olmamalı" sanırım böyle idi. son olarak çok geç kalmış bir parça ama 04.09.06 tarihli ve "rock and rock (şimdilik) " adlı post'un sonuna da muse'ün "sing for absolution" parçası eklenmiştir. haberiniz ola.

içki kültürüne katkı...

LEGO is selling a new ice tray that pops little LEGO brick of ice. This means you can build your own LEGO ice sculpture. The $10 LEGO ice cube tray is made out of silicone, dishwasher safe and capable of making up to 10 ice bricks.
The Big Bottle Wine Dispenser is the equivalent of a wine keg for your kitchen (or restaurant). In addition to serving up your red, food grade nitrogen is dispensed to preserve the quality and white wines are kept at the ideal temperature. The company suggests that Big Bottle Wine lets you, “promote an ‘eco-friendly environment’, [offer] eye catching customer appeal, [and] ease of operation.”What’s cooler than a shot made of ice? That’s the question being asked over Perpetual Kid where they’re selling cool ice cube trays that let you create shot glasses made of ice. Watch out though, the Cool Shooters will have to compete for freezer space with your Lego Ice Cube Trays.

bella kızacak ama... dayanamadım


http://www.apple.com/ipodnano/ads/

http://media.revver.com/broadcast/43782/video.mov

http://tochka.jp/pikapika/2006/06/report_pikapika_in_kitijoji.html

sonuncusu bir harika :)

http://www.superfad.com/

reklamları izleyin derim...

şehir...

bana gülümsedi bu sabah. kötü bir geceydi. gerçek bir kabus gördüm önce. yaşamımda yaşayabileceğim en kötü şeylerden biri. sonra kabus değil ama hani böyle sinir eden rüyalar vardır ya onlardan birini gördüm. bir sahil kasabası, ara sokakları ve kumsaldan eşyalarımı alan dev dalgalar. tabi durur muyum! atladım dalgaların içine korkusuzca ve geri aldım en sevdiğim plaj havlum ile bozuk paralarımı :) sabah hava soğuk sandım ama değildi. akbilci ile sohbet ettim. nükhet için benecol aldım. zülfikar'da börek yiyip limonata içtim. camekanda kendimi görüp kendimden memnun kaldım. otobüse bindim ve şirin çocuğu gördüm. hoplaya zıplaya güne başladım.

Wednesday, October 18, 2006

aradığım ama...


korktuğum bir şey bu.
benim görsel dünya anlayışımı krize sokup
beni dumura uğratacak bir şey.

sadece renkler...
http://color.slightlyblue.com/
bir bakın derim.
son olarak ben artık iflah olmam...
buraya da bir görsel ekleyeyim dedim ama seçemedim.
hepsi bir bütün olunca güzel duruyor.
en kötüsü de bana hiç somut gelmiyorlar.
hepsini print olarak istiyorum.
bakıp bakıp "edit post"a geri dönüyorum.
hastalık bu.

ben bugün...

ben bugün "toprak"ım.
üzerimde kırmızı çoraplarım hariç, kahvenin tonları var.
ben bugün "sıcak"ım.
galiba ajansın kaloriferleri yanmaya başladı.
ben bugün "liseli"yim.
üzerimde kısa pileli bir etek var.
ben bugün "lisedeki gibi"yim.
ağzımda karpuzlu bir lolipop, ajansın içinde koşuşturuyorum.
ben bugün sürekli "sing for absolution" dinledim.
ama aslında "such a rush" günümdeyim.

Tuesday, October 17, 2006

sakinledik yine...

geçen haftadan sonra gerçekten duruldum. gayet sakinim. tüm cumartesimi evde geçirdim. sizde de kıpırtı yok. herkesin durumunu biliyorum. o yüzden yazın da yazın demeyeceğim. galiba kış geldi. ben biraz daha sonbahar isterdim. nasıl olsa kış geldi mi gitmeyecek. bella'nın tezi var, evrim'in ingilizce sınavı, ester muş'ta interneti yok, olcay'ın ise işi var neti yok, özgür'ü bilemiyorum. gidip fotoğrafçılara poz veriyor ama şuraya iki satır yazmıyor. bari işe yarasa şu yazamama halleri de portekiz'e gitse böylece anında affedilir tarafımızdan. ben ise aynı şeyi tekrarlayıp duruyorum. artık bu döngüden çıkmam gerek. ama insanın aklı takıldı mı takılıyor bir kere. evdekiler benden bıktılar, her akşam aynı terane. en son post ile ilgili berna (bizim stajyer) 'dan uyarı geldi. o kadar çok üzgünüm demişim ki o da istanbul'un beni üzdüğünü düşünmüş. kendisine gerekli açıklamalar yapıldı tabi. evet izmir'i özlüyorum ama istanbul'u da çok seviyorum. ikisinin yeri ayrı. ve istanbul'da samimi sohbetler bulamayacağım anlamı çıkmış. orjinali şudur: artık çocukluğumdaki gibi samimi sohbetler bulamayacağım ile ilgili idi. istanbul ya da izmir farketmez. bu büyümekle ilgili biraz. şikayetçi değilim. kaloriferler yanmaya başladı. o uzun bir süre yok ve oda yine bana kaldı. free'ye bakmak bana ve bobo'ya, vampire bakmak ise bella'ya bahşedildi teyzeleri olarak :) onunla msn'den konuştuk, garipsedim biraz. kırmızı pabuçlarıma ithafen "oz büyücüsü"nü aldım bordo-siyah serisinden :) bu arada alttaki postta iki ya da üç yerde j harfi var. onlar wordde yazılmış yazının gülen yüzleri. blogger j olarak algılamış.

son olarak bir söz ama net hatırlamıyorum, sanırım şöyle bir şey: "insan istediği şeyi elde edinceye kadar onun hep iyi yanlarını görür, elde ettikten sonra ise kötü yanlarını" bir çeşit hayalkırıklığı yani ama ben de şunu eklemek istiyorum "hiç ummadığın bir şey ise onu elde ettiğinde seni sürekli şaşırtabilir" çünkü beklentin azdır. insanlar ve beklentileri?

Saturday, October 14, 2006

başlık yok

New – Open
yeni bir sayfa açtım işte. yazmak istedim. saat şu noktada 08.20 gece kaçta uyuduğumu hatırlamıyorum. 03.30 falandı sanırım. taksiciye çıkışmayan parasını helal ettim. dış kapıyı açtım. barış’ı aradım. iç kapıyı açtım. üzerimdekileri çıkardım. onun bir şeyler dediğini hatırlıyorum. ama ben üzgündüm ve uyudum. sadece yattım ve uyudum. her işe gittiğim sabah ki gibi ve her içtiğim sabah ki gibi erkenden uyandım: 07.30 tuvalete girdim. şofbeni yaktım. inanmayacaksınız ama birisinin dediği gibi karganın gak demesini bile duydum. baktım zihnim açılmış ve harfler, kelimeler ve hatta cümleler anlamlı bir bütün oluşturarak akıyorlar (bir sıvının akışkanlığına kapılmış olarak tasavvur edebilirsiniz onları) kalktım. bilgisayarımı buldum. yatağıma yerleştim. bu arada bella uykusunun arasında bana “dün gece nasıldı?” diye sordu. zaten ben de bunu anlatmak için bu sayfayı açtım.
New – Open
peki nasıldı dün gece? üstteki uzun girişten sonra anlatacaklarıma başlamak zor tabi. bir parça hevesimi aldım yazmaktan şimdi. kendime karşıdaki aynadan bakıyorum da hala dudaklarım kırmızı alkolden. hava kapalı. bilgisayarın ışığı yüzüme vurmuş. üzerimde en sevdiğim yeşil tonunda bir t-shirt. anlatamayacağım galiba dün geceyi. bir türlü az önceki düşüncelerime giremiyorum. içmek iyi. yanındaki insana göre daha iyi ya da daha kötü. dün iyi gecelerden biriydi. rahat içebildiğin, rahat konuşabildiğin, rahat davranabildiğin. kızlar olsaydı (herhangi bir kız grubu) pek böyle olmazdı. bizim kızlardan sonra gerçekten iyi sohbet edebildiğim başka kızları bulmak zor. biz de olağanüstü yapmıyoruz bu işi ama öyle. dün gece kendimi üniversitedeki gibi hissettim. küçük parkta içiyorduk sanki. sanırım bunda bahadır’ın ve ilkay’ın çok etkisi var. ha unutmadan bir de yan masanın etkisi var tabi. erkeklerle rahat konuşabilirsin. seni yargılamazlar. sorgulamazlar. içlendiğinde başını omuzlarına koyarsın. eğlendiğinde istediğini yaparsın. küfür ettiklerinde umrunda bile olmaz. nasıl eve gideceğim dediğinde, seni sadece taksiye bindireceklerini (e haklı olarak) bilsen bile için rahattır. hepsinden daha ayıksındır ama onlar seni; sadece içtiğin için, sokaklarda döndüğün için, hoplayıp zıpladığın için, umarsızca duygularını ifade ettiğin için; sarhoş sanırlar. aslında sarhoş değil de, kafanın iyi olduğunu düşünürler. öyledir zaten. sanırım izmir’den sonra böyle bir ortamı bulacağıma inancım azalmış. onun şaşkınlığı ve sırıtıklığı da var üzerimde. ne mi konuştuk? bilmem, hatırlamıyorum. güzel olan kısmı da bu ya J aşağıdaki şarkıyı dinliyorum da evet güzel bir sabah. ben üzgünüm ama iyi hissediyorum. sadece gecenin başında konuşulan devekuşu kabare muhabbetini hatırlıyorum. sonra çalan parçaları. şimdi aklıma geldi. ben eskiden iyi bira içtiğimi düşünürdüm, artık içemediğimi. ama öyle değilmiş. ben hala iyi bira içiyormuşum. demek ki ortam olmayınca içesim gelmiyor ve o içki bana haram oluyor (yani keyif alamamak anlamında) ben de rahat ve kısa sürede içilen bir şeyler tercih ediyormuşum. dün o da yoktu mesela, paşalar gibi içtim biramı. (led zeppelin-kashmir) bahadır benim hristiyan olduğumu düşünüyor. yedim galiba onu J ya da o yenildiğini düşündürterek beni yiyiyor. fotoğraf çekildik klasik olarak. belki ilginç bir şeyler çıkarsa sizinle paylaşırım. ama birileri ile çekilince onların mahremiyetini falan düşünüp buraya koymuyorum. buradan ilgili arkadaşlara da topumuzu atalım fotoğrafları yollama konusunda. bulutların arasından güneş açtı. bulutlarlayken daha da güzel güneş. (lenny kravitz-fly away) bu arada kashmir uzun bir şarkıdır, arada ne kadar az yazmışsın derseniz, o uyandı, işe gidiyor ve dedi ki demet dün gece elimde uhu vardı ve bana “o uhu benim mi?” diye sordun. e iyide saat 3.30’da senin elinde uhunun ne işi var? niye onunla ile aynı odadayım anlamışsınızdır. sweet home’un geri kalan üyeleri, ancak bu iki deli birbirini paklar diye bizi aynı odaya yerleştirdiler. pardon yaa hem deli hem miyop. niye takıldığımı ise anlamış değilim ama iyi takılmışım uhuya. kelebek küpelerimi bile çıkarmamışım. dün süpermen alper bizimle değildi, çok düşünmemeye çalıştım ama erkekler ve yaşamlarındaki kadınlar meselesine dönüyor konu ve ben hemen kapatıyorum. (love me two times’ta sıra)
New – Open
niye sabah sabah aygazcı geçerki? anlamlandıramama hali. evdekiler öğlen uyanacaklar ve ben bu yazıyı o zaman postalayacağım anlaşılan. e ne yapalım biz de wireless yok. gerçi arada bir boğaziçi’nden etkileniyor bizim laptop ama yeterli değil. ben de onlar uyanana kadar nette değil ama bilgisayarımda sörf yaparım. bu arada yazı uzadıkça uzar. aklıma geldikçe yazarım. bakın açık açık söylüyorum: saçmalarım, saçmalamışım, saçmaladım, saçmalıyorum, saçmalayacağım. e diyorum size, benim bir kendimi kapama (durdurma) tuşuna ihtiyacım var diye. bu aralar canım bir şey istiyor. başlamasını ve bitmesini istiyorum. sonra üzerine konuşmak istiyorum ilgili ya da ilgisiz. (love me two time babe, i’m gone away... ) bakalım ne zaman alacağım aşağıdaki şarkının albümünü? most played 25 listemde en çok çalınan şarkı bu ve bunun nancy sinatra versiyonu. sanırım bu moris’in işi. word’de noktadan sonra başlayan kelime otomatik olarak büyük harfle başlıyor ya, işte şimdi onları düzeltiyorum. çünkü büyük harfleri seviyorum ama dilbilgisindeki kullanımlarını sevmiyorum. özel isimlere saygım sonsuz ve onları ancak kesme işareti ile şereflendiriyorum. özeller ya; yalnız olsunlar, kimse onlara bulaşmasın. “çöi” onlar çünkü... acaba arada kaldı mı hiç büyük harf? başlıktakileri saymayın; başlık olduğu için değil, özellikle öyle yazıldı: file, new, open. bu arada gecenin sonunda hiç yapmayı sevmediğim bir şey yaptım galiba. umarım kimse net bir şey hatırlamıyordur. aslında adetim değildir böyle davranmak ama üzgündüm işte. 21’i ile 30’u arasında yazamayabilirim bloga. çünkü zaten sizin yanınızda olacağım bir aksilik olmazsa. ve orada yazmaya zaman yok. yapacak çok şey olacak J bakalım nasıl dizginleyeceğim yazma ihtiyacımı. yılbaşına gelince; kurban bayramı tatilinin içinde kendisi. eğer istanbul’dan çok iyi bir yılbaşı planı gelmezse, izmir’de ve annemlerle olacağım. niye var diye düşündüm? ne olduğu önemli değil. sonra varın karşıtı yok aklıma geldi. ya olmasaydı dedim kendi kendime. kaybetme korkusu yaşadım. iyi de olmasaydı zaten kaybetmezdim. dedim ki; ama sevdiğim bir şey, iyiki var ve ilk sorgulamamdan birdenbire uzaklaştığımı hissettim. şimdi ben bu yazıyı worddeki sevdiğim yazma şekli ile kopyalamak istiyorum ama sanırım çok uzun olacak. böyle bile uzun artık durmalıyım galiba.

Thursday, October 12, 2006

siz de deneyin burda yayınlayalım

neyimi? ııım bunun için diğer bloga bakmanız lazım (miklagard) orada benim yaptığım bir çalışma var (burda kıs kıs gülüyorum) benim denilemez ama aslında benim de sayılır. aman neyse girin kendiniz görün. sonra oradaki post sizi buraya geri yönlendirecek. ne için mi? işte yanıtı burada (mrpicassohead) çok eğlenceli! başka çalışmalar da yapmak istedim ama zamanım olmadı. bir bakın derim bence gerçekten denemeye değer :)

Wednesday, October 11, 2006

bir otobüs yazısı oldu yine...

bu sefer önce yazıdan başladım, başlığı sona bıraktım. çünkü yine ne yazacağımı bilmiyorum. bu sefer size otobüs ruh hallerimi anlatayım bari. otobüste olabildiğince daha arkaya oturmaya, son kapıya ulaşmaya çalışırım. iett bana bu konuda madalya verebilir. ayakta dışarıyı seyrederken, oturanlara bakıyormuşum gibi olur. bunu onlar da farkederler ve bakışlarımı yakalamaya çalışırlar. ama tetikte olan ben tarafından bertaraf edilir yabancı bakışlar. başımı cama dayamamaya özen gösteririm. en sevmediğim şey camdaki izler. yağmurlu havada, buğulu cama alışkanlıkla yazdığım ilk sözcükler: demet - ksk (ilginç ama benim de anlamlandıramadığım bir el alışkanlığı işte) her sabah beraber aynı duraktan bindiğim ve akşam aynı durakta indiğim çocuk. öğrenci mi yoksa rahat bir yerde mi çalışıyor? ilgisini çekmiş olabilir miyim acaba :) her gün aynı yoldan geçmeme rağmen sıkılmadan dışarıyı seyrederim çünkü her gün aynı mekanlarda farklı şeyler yaşanabilir. ancak kalabalık otobüslerde dışarıyı göremiyorsam, çevremdeki insanları gözlerim. çocukken nasıldılar? evliler mi? akılhastanesinde bulundular mı? nasıl bir cinsel hayatları var? okulda nasıl bir profil çiziyorlar? çok kendinden emin gözüküyor ama tanısam hiç de öyle olmayabilir. yoksa burnumun dibinde bir dahi duruyor da haberim mi yok? acaba nasıl bir iç çamaşırı giymiş ya da çorabı delik mi? çantasında ne var? şapkasını nereden almış? şu anda ne dinliyor? gülümsüyor acaba aklından ne geçiyor? gibi gibi gibi... ve bu sorulara tarafımdan verilen yanıtlar.

Monday, October 09, 2006

kendi kendine konuşmak

evet kabul ediyorum, o benim. kendi kendine konuşan insanlardan biriyim. deli miyim? olabilir. normal miyim? evet normalim. anor da malim. yani her şey olabilir. en çok otobüste içimden kendi kendime konuştuğumu farkettim. otobüsten inip duraktan gitmem gereken yere kadar ise "mır mır" modunda anlatıyorum. bunu bazen karşımda olmasını istediğim kişiye, bazen az sonra karşılaşacağım kişiye ya da kendi kendime yapıyorum. kendimi yakalıyorum. küçükken -çok ilginç bir şekilde gözümde yine bir otobüste olduğum görüntüler var- düşüncelerimin birer konuşma metni olduğunu düşünürdüm. yani şunu derdim "ben içimden konuşabiliyorum" şimdi düşünüyorum da; o zaman konuşmuyormuşum sadece düşünüyormuşum. kafam karışık olduğunda (ki genel hali böyledir) ya da canım sıkkın olduğunda, mutlu olduğumda, kızgın olduğumda konuşacak kimse bulamadığımda ya da kimseyle paylaşmak istemediğimde konuşuyorum kendi kendime. yalnız olduğumda aynanın karşısına geçip hatta bir de sandalye çekip aynada görünen bana anlatıyorum da anlatıyorum. neyi? kafamdaki fikirleri, geleceği, niye o anki ruh halinde olduğumu. çok sık olmasa da başkalarının yaşadığı bir olayı kendim yaşamışım gibi hissedip anlatıyorum. sonra ne mi oluyor? rahatlıyorum galiba. ya da kendime yüzleşemediğim gerçekleri itiraf edip üzücü de sonuçlansa kafamdaki soru işaretlerinden kurtuluyorum. evden okula giderken (ksk to bornova) benim için çocukluğum ile ilgili bir sorunun nasıl farkına vardığımı nasıl gözyaşlarına boğulduğumu hatırlıyorum da oldukça etkili bir yöntem olduğunu anlıyorum şu kendi kendine konuşmanın. nasıl konuşulduğuna gelince aslında bunun komik efektleri var: ben "vıdı vıdı" derim, o "bık bık", çok konuşanlar ise "car car" konuşuyor ya da sessiz konuşanlar için "mır mır" konuşuyor denilir. eminim daha fazla örnekler de vardır. özet olarak: konuşmak iyidir, kendi kendine olsa bile...

Friday, October 06, 2006

kırmızı pabuçlar...

yaklaşık yarım saat önce hava açık ve güneşliydi. bir telefon konuşması için bahçeye çıktım. sonra bir de baktım ayakkabılarımı çıkarmışım. yalınayak yürüyorum :) çimleri de yeni kesmişler. mis mis... bu pabuçlar ne zaman ayağımı vurmaktan vazgeçecekler acaba :( hangi kırmızı pabuçlar derseniz?.. :)
pabuçlarıma tıklarsanız:
"hola hop, tereyağlı ballı ekmek"
veee fotoğraf büyür :)

aklıma geldi merdivenleri çıkarken...

ah bir varmış bir yokmuş eski günlerde
tatlı bir kız yaşarmış boğaziçi'nde

bir sabah erken erken masal böyle başlamış
delikanlı genç kıza iskelede rastlamış
bakışmışlar gözgöze fakat gören olmamış
ama denizde dalga oynamaya başlamış

...

gersini bilen eklesin lütfen

dolunay

dolunay vardı dün gece, ben denize yakındım yine. eğlenceli bir sohbet ve güzel bir rakı sofrası. mezeler o kadar değildi. e ben de çok şey istiyorum canım, izmir değil ya burası. ama isterdim ki biraz daha yazmama neden olacak bir gece olsaydı, daha mutlu olurdum sanki. şikayetçi değilim. biraz sanat müziği; biraz sezen, müren ve müzeyyen... aşk ile şarkı söylemek, nasıl bir rahatlama yöntemi ola ki? nasıl bir ego tatmini? içinden geldiği gibi, çığlık çığlığa (bu noktada durup şebnem ferah demek istiyorum:) ve ben de söylemek istiyoruuum... dalıp gitmek karşı kıyıya ama orası karşıyaka değil ki :( ben de alsancakta içmiyordum zaten. biliyorum, hala alkollü gibi konuşuyorum. kabul de ediyorum rakının üstüne tekilayı içen de benim ancak böyle hissetmeme neden biraz da "dorian gray'in portresi" güzellik, gençlik, estetik ve sanat. sihir gibi. hani çizgi filmlerde büyücüler yapar ya yaldızlı altın sarısı bir sim akımı gelir büyü ile birlikte. işte bu kitap da bende o etkiyi yapıyor. diyordum ki dün gece... hı hatırladım, ben de balıkçının duvarına yazı yazdım ama ne yazdığımdan emin değilim. adımı yazdım, orası kesin. gülen yüzümü de yaptım her zaman ki gibi :) özgür çiçeğimi çizdim... eveeet... ıımmm (gözler havada düşünme efekti) tüm yazıyı kalp içine de aldım... tamam. ama balıkçı ile ilgili ne yazdığımı hatırlamıyorum çünkü masadakilere dönüp kıyafetimin çok formal olup olmadığını sordum (hep alper'in yüzünden) sonra da "saçmalama canım" sözünü duyunca sevinçten zıplayıp aşağı indim? ya yoksa bu konuşmayı tuvalete giderken mi yapmıştım? neyse işte gecenin o kısmı biraz muallak. sonrasında yolu, şarkıları, polisin çevirmesini, onur'un kardeşi ile selamlaşmamızı, tekilayı hatırlıyorum. gözlerinizdeki soru işaretlerini görür gibiyim. yatağıma yatıncaya kadar olan tüm kısmı da hatırlıyorum merak etmeyin.

yazıyı yollamadan önce bir daha okudum da; benim canım izmir çekmiş, ev çekmiş, eski çekmiş.

blowers daughter dinleyin pleaseee

Thursday, October 05, 2006

ağaçlar...

bu post'u yazmama sebep, post'un sonundaki link. efendim derseniz ki doğada en sevdiğin varlık nedir diye? başlıktan da anlayacağınız üzere: ağaçlar. yani otu, böcüğü vb doğal olan her şeyi severim de ağaçların yeri bir ayrıdır bende. en çok incir ağacına çıkmayı severim, çünkü dalları kolay ve binilesi bir biçimde şekillenir. çocukluğumda incir ağacının üzerinde evcilik oynayabildiğime göre dalların ne kadar şekilli olduğunu varın siz hesaplayın. ayrıca ağaca çıkan kişi yukarıda demektir ve yukarıda olmak çoğunlukla iyidir. oradan komşu evlerin çatılarına geçebilir, evlerin arka avlularını ve sokağı gözetleyebilirsiniz. kimse orada olduğunuzu bilmez ama siz mahallede olan her şeyi takip edebilirsiniz. incir ağacını çok sevmeme rağmen inciri çok sevdiğim söylenemez, belki de gözüm doymuştur o kadar çok incir gördüğüm için. hayatımda gördüğüm en küçük incir ağacı nigar teyze'nin bahçesindedir. vişne ağacını sevmem mesela dokusu çok pürüzlüdür ve sağınızı solunuzu çizer. ama incir süper yumuşak ve güzel bir dokuya sahiptir. sanırım aynı zamanda mitolojik de bir ağaç kendisi. şeftali ağacını da severim, meyvelerini size çekinmeden sunar. hele de çocuksanız alçak dalları sayesinde kolaycacık ulaşırsınız şeftalilere. bir de benim gibi çok seviyorsanız şeftaliyi; bir şeftali bahçesine gidip de sınırsızca şeftali yemek bulunmaz bir nimettir. çınarı çok severim, bence asil ve ulu bir ağaçtır tıpkı zeus gibi, hatta zeus'tan daha ulu mudur bilemem ama daha asil olduğuna garanti veririm. ayrıca sararıp kızıllaşmış yaprakları ayrı güzeldir. bir de parklardaki yeşil çimlerin üzerine döküldü mü yapraklar, ayrı bir hava katar bu görüntü şehre. çınar bana, akşam kızıllığında uzanan bereketli ovaları hatırlatır. sıcak ege'de bir yaz gününden sonra, dizginlenmiş sıcağı, cırcırböceklerini, uçuşan kırlangıçları ve kendi günlerine yeni başlayan yarasaları... çam ağacına özel bir sempatim yok. hele de iğne yapraklı ise ve o dökülen yapraklar kuruduğunda yalınayak yürüyorsan can sıkıcı bir durum olabilir bu. nar ağacı sevimli alımlı minik bir ağaç olarak kalmış hatrımda. nar çiçeği rengi ve nar çiçekleri tıpkı özenerek yapılmış yapma çiçekler gibi bir tona ve dokuya sahiptirler. iğde ağacı da bildiğim büyük ağaçlardan, meyvelerini göremezsiniz rahatlıkla ama toplayıp yemesi çok eğlenceli olur. zeytin ağacına benzer yaprakları ama zeytin ağacı kadar yeşil ve kararlı değil. kararlıdan kastım; iğde ağacının yaprakları salınır, zeytin gibi sabit değildir. zeytin ağacı özeldir. kasımda gider, zeytinlerini toplarsın. iki senede bir daha iyi meyve verir zeytin ve ağaçtan fayda sağlamanın en güzel örneğidir bana göre. o da mitoloji de yeri olan bir ağaçtır. dut ağacına gelince, aklıma hayriye teyzenin oğulları hakan, volkan ve ipek böcekleri gelir. gelip bizim bahçeden dut yaprağı toplamaları, kozalardaki minik tırtıllar ve bizim dakikalarca kutuların içindeki kıpırtısız kozaları izlememiz... bir de yan okulun bahçesindeki çocukların dut yiyebilmek için bizim kiremitleri kırmaları. aynı şeyi ben de yan bahçedeki erik ağacı için yapmışımdır :) badem ağaçları da güzeldir bence, çünkü işe yararlar. bademleri yeşilken toplar, kurutur, kırar, kavurur ve şerbete koyarsınız, bir de kış günleri kuru üzüm ile avuç avuç yersiniz. kestane ağacı karaktere sahiptir. hele bir de çok büyüdükleri ve bir arada bulundukları zaman çok şahane görüntüler yaratabilirler. güneşli bir sonbahar gününde güney kampüsten bebeğe inen merdivenlerin olduğu yolu tercih ederseniz, bu sahneye tanık olabilirsiniz. her yer kahve ve sarının tonları ile çevrilidir, toprağı göremezsiniz dökülmüş ve renklenmiş yapraklardan. gökyüzü de görünmez, sadece aralardan parıldayan berrak güneş ışığı... yani bu günler tam kestane manzarası zamanı...
son olarak ise asmalar var. aslında pek ağaç sayılmazlar ama benim çocukluğum demektir asmalar ve ben tüm bu ağaçları çocukluğumdan çekip çıkardığım için asmaları da anlatmak istiyorum. yer asmalarını daha severim, çünkü özgün olan odur ve neredeyse toprak ile bütünleşmiştir. yalınayak kızgın bağ toprağına basmak ayrı bir zevktir. içiniz ısınır, tırnaklarınız toprak dolar; çünkü bağ toprağı deniz kumuna benzer. şimdi modern bağcılıkta tellere sarılan asmalar kullanılmakta. bunların güzelliği ise; nasıl açıklasam? diyelim otobüs ile foça'dan karşıyaka yönüne doğru seyahat ediyorsunuz ve menemen'e yaklaştığınızda pencereden yolun kıyısına bakın ve muntazam dizilmiş bağları ve asma sıralarını görürsünüz. hatta araç hızlı gidiyorsa çok güzel bir göz yanılsaması da yakalarsınız. asma yaprakları çınar yapraklarına benzer. ve her yaz başı kelter kelter sıyrılır bizimkiler tarafından. ama asmaları çıplak bırakmamak gerekir çünkü salkımlar bağ bozumuna kadar kızgın güneşten korunmak zorundadırlar... galiba ileride ben de eski bir taş ev bulup bağcılığa başlayacağım...

internationaltreeclimbingday

Tuesday, October 03, 2006

yoğun istek üzerine...

işte benim ilk blogum:

miklagard

daha renkli, daha görsel, aslında aynı şeyleri anlatıyorum, "şehrin konukları" nedeniyle biraz ilgimden mahrum kalmış durumda :( ilk gözağrım...

işte bir ara kullandığım msn iletimin nedeni :)



Monday, October 02, 2006

yeniden mor ve ötesi...

istanbul'a ilk geldiğimde beni "bir derdim var" karşılamıştı, halbuki ben albümü yaz başından itibaren biliyordum ama anlamını istanbul ve sonbahar ile buldu "dünya yalan söylüyor". şimdi yine sonbahar ve yine değişim zamanı. yine "mor ve ötesi" ve yeni bir şarkı...

benim küçük sevgilim
sen bana neler yaptın
böldün parça parça
onlar bilmez onlar bilmez
bakarlar yüzüme
sanki yoksun gibi
sanki yalanmışız gibi

benim küçük sevgilim
sen bana neler yaptın
kırdın defalarca
onlar bilmez onlar bilmez
vururlar yüzüme
sanki yoksun gibi
sanki yalanmışız gibi

benim küçük sevgilim
ben sana neler yaptım
kızdım sayfalarca
onlar bilmez onlar bilmez
yakarlar canımı
sanki yoksun gibi
sanki yalanmışız gibi

benim küçük sevgilim

sanırım düzelttim...

"halimiz duman'ı..." :)

ya bu blogger beni hasta etti ama...

nereye kaybetti benim duman top 5 listemi? ben de buraya da eklerim o zaman:

5) haberin yok ölüyorum
4) manası yok
3) bal
2) ah
1) senin gibi

zaten odeo da beni çıldırttı, hata verip duruyor. halbuki olcay'a post'unun sonuna vega (bu sabahların bir anlamı olmalı) sözüm vardı ve "halimiz duman"ın sonuna da çok iyi bir konser kaydı koyacaktım. ooof of, yoksa ben teknoloji özürlü müyüm? :( burada dudaklarımı bükme efekti yapıyorum)

haftasonu

sakindi, çok dinlendim, çok uyudum. uyandım, kitap okudum, uyuyakaldım. uyandım, yemek yedim, uyuyakaldım. uyandım, film izledim, uyuyakaldım. cumartesi akşamı, güzel bir yemek yedim ajanstan sinan ile ve bol bol sohbet ettik. sonra da çakırkeyif oldum kızlarla. okulun servisinde halimi görmeliydiniz. kendi kendine konuşan küçük çocuklar gibiydim onunla ile bella'nın arasında :) bu arada tavanarası ve pano mevsimi açılmış, onu farkettim. kırmızı şarap iyi geldi. içtim lıkır lıkır. pazara gelince güzel bir yürüyüş yaptık ve alışverişimizi tamamladık. hava tıpkı izmirde bir sonbahar gününde olduğu gibiydi. ılık, parçalı bulutlu, parlak, berrak ve esintili :) ben de rüzgarı hissettiğim zamanlardaki gibiydim yani çocuklar gibi şendim. hopladım, zıpladım, mızmızlandım, şarkı söyledim, çiçek kopardım, şımardım... yaptım da yaptım... özel ve güzel bir de yemek hazırladık dün gece, patlayasıya yedik... oda arkadaşım şehir dışına kaçtı, 2-3 gün oda bana kaldı. bir de sıradan bir romantik komedi bulduk tv'de... oooh değmeyin keyfime